17 Kasım 2009 Salı

5 -Çelişik Zamanlar

Çelişik zamanlar…

Zaman geçiyor sanırım, gerçi ben en çok bunu anlamakta zorlanıyorum. Nasıl yok oluşa; ileriye doğru tek bir adım bile atamadan, kolumu, kılımı bile kıpırdatmadan son hızla gidebiliyorum? Hala nerede olduğumun da farkında değilim. Sanırım tavanaramda, henüz keşfedilmemiş bir zamanlarda dünyaya getirildim. Zaman aslında hareketin kaynağı, oluşun özü olduğu halde onu bu kadar umursamıyor olmam hareketsizliğe eğilimimi açıklıyor. Metabolizmam iyice yavaşladı; nefes alıp verişlerim, kalp atışlarım, suya ve yemeğe olan mutlak ihtiyacım… Ben de zayıfladım aslında, bedenim neredeyse yok sayılacak kadar ufaldı, ruhum da zayıflaya zayıflaya çoktan yok oldu belki de. Kendim dahil çevremdeki her şey gerçek dışı görünüyor. Neden bu hayatı yaşamam gerekiyor. Ve neden bu sonsuz ve sınırsızmış gibi görünen, damağımda paslı bir tat bırakan bu yalnızlık? Neden birçok şey biliyormuşum da hiçbir şey yaşamamışım, yaşayamayacakmışım hissi ya da bazen tam tersi; çok şey yaşamışım ama hiçbir şey bilmiyormuşum kaygısı. Çelişik bir yaşamın ortasında bir havalanıp bir inen, çelişik bir insan taklidi… Evet sanırım sadece insan taklidi yapıyorum. Çelişkilerim insana benzediği için kendimi daha kolay kandırmamdan başka bir işe de yaramıyor zaten. Girmek istediğim kapılar çoktan yüzüme kapanıp, kilitlenmiş. Çıkmak istediğim kapılar hep aynı zamanlarda, hep aynı farklı yerlere açılıyor ve yine arkamdan kapanmıyor, dönüp dolaşıp yüzüme kapanıyor. Bir yerlerde gizli eşyalarım olmalı diye düşünürüm ara sıra. Bana ait bir şeyler olmalı buralarda bir yerlerde. Bulamıyorum… Biliyorum her şeyimi ayarladı ve onu kandırmak yapabileceğim şey değil. Yıllardır tek planım onu şaşırtmak, kendimi şaşırtmak, asla olamayacak bir şeyler yapmak. Bütün çabalarım ve ataklarım boşa çıktı bugüne kadar. Hala nerden buluyorum bu direnci, bu kadar vazgeçmişken. Bilmiyorum… Her şeyi bildiğimi sandığım noktadan başlıyorum hep ve hep hiçbir şey bilemediğim bir noktaya ulaşıyorum, hem de tüm çabalarıma karşın en ufak bir mesafe kat edemeden. Deliliğin ne olduğunu tam olarak anlamış olsaydım, deliliği kabul ederdim, sanırım çok da rahatlatıcı olurdu. Deliliği kabul etmeye olan açlığım beni deli olma lüksüne yabancılaştırıyor. İçimde kocaman bir boşluk duyumsuyorum, kocaman, ağır bir boşluk… Boşluğun bu kadar ağırlık yapması hareket kabiliyetimi de çok kısıtlıyor. Boşluğu çoğu zaman nefes alıp, vermeyerek doldurmaya çalışıyorum ama o boşluk tüm gücümle alabildiğim nefesi, bünyesinde çok uzun süre barındıramıyor. İçimde yıkıcı bir itiş kakış oluyor ve hop nefesim gerisin geri dışarıya fırlıyor ve boşluk zaferin sahibi oluyor. Oysaki o nefesi içimde tutabildiğim sürece evrenle bir olduğumu hissedip kısa bir an rahatlıyorum, tüm evren bir nefesim kadar eksilip içime dolup o boşluğu dolduruyor. Her nefes alışımda tüm var oluş nefes veriyor ciğerlerimin kapasitesi ölçüsünde, içimdeki boşluğun ölçüsünde küçülüyor, her nefes verişimde büyüyor ve benden uzaklaşıyor. Var oluşun benden taşıp her dışarıya doğru boşalışında içimdeki boşluğu bir parça daha zorlayıp o boşluğu büyüttüğünü fark edince o kısa anlık rahatlamalardan vazgeçmek zorunda kalıyorum çaresiz. Böylece evren genişliyor, ben daralıyorum, boşluk çoğalıyor… Evet farkındayım aynı şeyleri tekrar ettiğimin, ama hayatım da böyle tekrarlardan oluşuyor, neden sıkıştığımı anlamak çok mu zor, lütfen “tekrar” edin; her günü tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar yaşadığım bir kısırdöngü içindeyim. Kendimle tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar hesaplaşıyorum…

Ruhumun çatlaklarından bir asır öncesinin yağmur suları sızıyor.
Anlayacağınız temizlenmem gerek, bu küf kokusu ondan.
Bu dünya benim ne istediğimi nerden anlasın…

Kapı aralarında mastar halde yaşamayı kaybettim: koşmak, açmak, uçmak, görmek, ağlamak, yetişmek, silmek, sövmek, bulmak, sağaltmak, içerlemek, çözümlemek, uzatmak, sıvışmak, kırmak, bitmek, sindirmek, olmak gibi… Artık benim için tüm mesele olmak ya da olmamak kadar basit değil; düşmek ve kalmak kadar hareketli değil, benim için tüm mesele hiç olmak ya da hep olmamak…

Parmak aramdaki deri parçasını incecik bir kağıtla kesebileceğini söylediğinde, sadece keskin ve sert görünen metallerin kestiğini düşünecek kadar somut bir çağımdaydım; inanmadım, inandırdı. İnsanların ne kadar acımasız olabileceğini ilk deneyimlediğim an o olabilir mi?

Neden kendi dünyama bu kadar yabancıyım. Sanki her kendimi bir yerlere ait hissetmek istediğim anda, içimden bir şey kayıyor, yukarılara doğru çekiliyor ve kendimi her zamankinden farklı bir yerde görüyorum; daha önce hiç bulunmadığım, daha önce hiç görmediğim ve hiçbir şekilde bana ait olmayan bir yer… Oysaki hep bulunduğum, alışık olduğum ve bildiğim yer bu oda: belki de bana ait olan, belki de bildiğim tek yer… ama bazen, özellikle de dikkatimi buna yoğunlaştırdığımda o kadar uzaklaşıyorum ki, her zaman bulunduğum bu yerden kaybolduğumu hissediyorum, her şey o kadar belirsizleşiyor ki hiçbir şey göremiyorum… Bir sis perdesi kaplıyor usumu, bir gölge düşüyor yaşamaya çalıştığım tüm mekanlara. Belirsiz bir yerde belirsiz bir zamanda belirsiz bir cisim haline dönüştüğümü hissediyorum. İşte tam da böyle anlarda kocaman sert ve yırtıcı bir pençe yakalıyor kalbimi. Tam da böyle anlarda kısmi felç geçiriyorum: gözlerim, ciğerlerim, parmak uçlarım felç oluyor. İşte böyle anlarda nefes alıp vermeyi hatırlatmak zorunda kalıyorum ciğerlerime. Kalbim, çoğu zaman orada olup olmadığından emin bile olmadığım kalbim, bana “keşke hiç orada olmasaydı” dedirtmek için, var gücüyle çalışıyor. Ve içten içe yokoluşu diliyorum varlığımın acı ağırlığını en çok hissettiğim anda… Her şeye yabancılaştığım anda var oluyorum ya da varlığımı hissettiğim anda her şeye yabancılaşıyorum. Bu yabancılaşma, beni tüm acınasılığıyla hissettiğim varlığımı yadsımaya itiyor. Var olmak ve yok olmak arasında sıkışıyor kalbimin damarları, kalbimin odacıkları basınç odacıklarına dönüşüyor. Havadaki soluduğum oksijen miktarı beynimi doyurmuyor ve kalbimin basıncından kanım zehirleniyor. Çok olmuştur şöyle ıssız bir yerlerde kaybolsam, avazım çıktığı kadar bağırıp, varlığımı yokluğumu umursamadan, umursanmadan yaşasam dediğim. Tüm yaşanası amaçlardan yoksun ve uzakta olduğumu da biliyorum… Ve başını yukarı kaldırıp avazı çıktığı kadar bağırdı iskelet adam:

Ey yazarım! Söyle benden ne istiyorsun, neden bu kapıyı her açtığımda, dışarıya adım atıp istediğim yere varmamı engelliyorsun, ya da sonumu kolaylaştırmıyorsun? Neden bana yaşamam için net bir amaç göstermiyorsun ya da ölmem için... Neden önümde ilerlemem için bir yerlere ulaşan bir yol açmıyorsun? Ben hep bunlar için çabaladım ama anladım ki ben yapamıyorum, bir çözümü varsa da bulamadım. Neden bana bir çözüm göstermiyorsun? Belki tüm çaresizliğim senin parmak uçlarında. Bu halimle sana nasıl daha şirin görünebilirim… Diye seslendi çaresiz ve mutsuz adam, yazarına. Yatağında doğruldu, hayatı boyunca sürdürdüğü tüm boşuna çabaları sonucu kaderinin kendi elinde olmadığına inanmak zorunda kalışı, ruhunu en yaralayan kabullenişti… Ve ondan sonra yardım isteyebileceği tek güç olduğunu düşündüğü için ara sıra yazarına seslenmeye başladı. Yazarıyla yaptığı kısa monologlarında nedenini kendisi de bilmeden gözlerini odasının çatlak küflü tavanına dikerdi. Kendince yazarın oradan kendisini gözetleyip durduğunu çıkarmıştı, başka bir açıdan hayatındaki her şeye bu kadar hakim olmasının imkansız olduğunu düşünüyordu. Tek istediği, hala bu hayatta bir şeyler yapabileceğine dair küçücük de olsa bir umuttu. Odasının duvarlarına bakındı bir süre, kaynağını kendi dışından alan bir ses duymayı umut etti. Duvardaki çatlaklarda bir işaret aradı boşuna. İçinde konuşup duran seste bir anlam aradı… Boşuna… Sonra o sesleri duymamaya, susturmaya çalıştı… Boşu boşuna… Pes etti en sonunda yatağına uzanıp gözlerini kapattı, uyumaya çalıştı… Boşuna… Gözlerini açtı, gözleri yanmaya başlamıştı, uykum mu geliyor diye bir anlam yükleyecekken yanmaya, her yer buğulandı, bu da neydi, yaşlar akmaya başladı sımsıcak yollar açarak yanaklarından yastığına. Şaşkınlıkla dokundu ıslaklığa. Hayatını; parçaları tamamen karışmış, hiçbiri bir diğerini tamamlamayan, belki de başka başka karelere ait olan ve yapması gerekenin onlarla bir bütünü oluşturmaya çabalamak olduğu büyük bir “puzzle”a benzetti. Belki hiç kendisine ait olmayan anıları, duyulanlarla yaşananların ayırt edilemeyecek kadar iç içe geçtiği, geçmiş ve geleceğin birbirinin gölgesinde eridiği bir hayat… Anlamın yittiği bir hayat… Ne kendi içinde ne bütünün içinde bir anlamı vardı.

Hiç yorum yok: