17 Kasım 2009 Salı

7- ölümcüller

- Kimsin sen?
- Bilmiyorum!
- Bilmiyorum, bilmiyorum… Neyi biliyordun peki, bildiğin bişey var mı?
- Bilmiyorum!
- Bilemezsin zaten, çünkü sen kendini bile tanımayan bir zavallısın.
- Hayır ben zavallı değilim.
- Evet zavallısın ve bunu bile göremeyecek kadar körsün, ya da kabul edemeyecek kadar korkak, ya da değiştiremeyecek kadar güçsüz, yani tam anlamıyla bir zavallısın.
- Yeter kes sesini.
- Neden susacakmışım. Kendinle yüzleşmeye korkuyorsun, göreceklerini kabul edemeyeceğin için gözlerini açmıyorsun, hatta seni kendine götürecek yolları bile bile es geçiyorsun ve hep yanlış sorular sorup, gerçekle yüzleşmek istemediğin için kendini oyalıyorsun.
- Hayır! Arıyorum kendimi, büyük çaba sarf ediyorum kendime ulaşmak için, ama sen hep yoluma çıkıp beni engelliyorsun, hep beni suçluyorsun, senin yüzünden güvenim kalmadı kendime.
- Güldürme beni! Bak nasıl yine bir kulp taktın kendi yanlış çabalarına. Sırf benden nefret ettiğin için, sana en acıtan gerçekleri fısıldadığım için nefret ediyorsun benden, bana kulaklarını kapatıyorsun. Beni dinlemek, duymak senin canını yakıyor değil mi? Beni susturabileceğini biliyor muydun?
- Hayır seni susturamam.
- Evet istersen susturabilirsin, ama önce dinlemen ve neden konuştuğumu anlaman gerek. Beni gerçekten bir kere bile dinleseydin, anlaman da zor olmazdı.
- Şu an seninle konuşmuyor muyum ha! Dinlemezsem nasıl konuşabilirim.
- O zaman itiraz etmeden dinleyebilmelisin, ama eminim metalin acımasız soğukluğunu hisseder hissetmez korkuyla itiraza başlayacaksın. Oysaki neşterin derinlere inmesini ve tüm o hastalıklı dokuları, tüm iğrençliğiyle göz önüne çıkarmasını bekleyebilmelisin. o derinlerdeki hastalığı göremeden nasıl temizleyebilirsin. Nasıl canın yanmadan ondan kurtulabilirsin. Yok eğer o pislikle yüz yüze gelmek istemiyorsan, onu saklamak hatta daha da kötüsü yok saymak istiyorsan tabiî ki beni her zaman susturmakta haklısın. O zaman sürekli ağlayıp, inlemekten vazgeç.
- O pislik, o hastalıklı doku demekle ne demek istiyorsun?
- Düşün biraz, biraz olsun kendini zorla. Belki özüne ait olmayan, dışarıdan gelen, hatta tümüyle temiz, zararsız görünen bir zerre. Ve onu atamıyorsun, sindirip özümseyemiyorsun ve onu özüne uydurabilmek, saklayabilmek için kendinden üzerini dokumaya başlıyorsun. Ama sen bir istiridye olmadığına göre, zamanında çıkarıp atmayı başarabilecek yetiye sahip olduğuna göre, o dokuma sonucu bir inci değil habis bir tümör oluşturuyorsun. Evet sen böyle yapıyorsun, her pisliği söküp atmak yerine, yok saymaya çalışmayı tercih ediyorsun ve şu anda, zaman içinde tüm ruhuna yayılmış olan bu tümörlerin sancılarını yaşıyorsun. Ama onları açıp bulmadan, deşip çıkarmadan bu acılardan kurtulamazsın.
- Nasıl deşeceğim, nasıl bulacağım, nereye bakacağım, ya o keskin neşterlerin acılarına nasıl dayanacağım, uyuşturulmayacak mıyım?
- Hayır bu operasyonda tek başınasın ve uyanık olmak, hatta her zamankinden de uyanık olmak zorundasın, kendi yaralarını kendin açıp, kendi acılarını kendin sarmalısın? Ve onların nerelerde olduğunu da kendin bulmalısın. Ben sadece harekete geçirici iğneyi batırırım.
- Peki başla o zaman?
- Kimsin sen?
- Bir adım olsa yeterli olur muydu bu?
- Eğer senin için yeterli oluyorsa…
- Ama bir adım yok ki benim… çok uzun zaman önce gittiğim bir yerlerde insanlar belli dönemlerde kendilerine isim seçiyorlardı, sonra da değiştiriyorlardı. Belki ben de kendi ismimi kendim seçebilirim, belki bunun zamanı gelmiştir.
- Olabilir.
- Peki kendi özgür irademle mi, özgür irade diye bir şey var mı gerçekten? Eskiden buna inanırdım ama özgürlüğümü kaybettiğimden beri, irademi de kaybettim, belki de hiçbir zaman özgür, bağımsız bir iradem olmamıştı. Kendi kararım olduğuna inandığım şeyler, kendi çabalarım sonucu ulaştığım yerler gerçekten benim özgür irademin sonucu muydu? Hayır hep o özgür sandığım irademde tamamen kendi dışımda kalan, başka şeylerin etkisi var. Hiçbir şey karar verdiğim gibi olmuyor, inatla kat ettiğim hiçbir yol istediğim yere çıkmıyor. Kusmak istiyorum. İçime sığmayan, içimin almadığı tüm iğrençlikleri kusmak istiyorum. Arınmak istiyorum, hafiflemek istiyorum. Pişmanlık duymadan yanlışlarımı kabul etmek istiyorum, bazen de bırakmak istiyorum kendimi, kendiliğinden akıp giden her şeyle akmak istiyorum. Çünkü gücüm kalmadı artık. Bu dayanılmaz sancıları çekmeye gücüm kalmadı, her şeyi hesaplayıp durmaktan bıktım artık. Neden hareketsiz durup n’olucak diye düşünmeden olacakları kabul edemiyorum.
- Bu zamana kadar yaptığın bu değil miydi?
- Sanmıyorum, eğer buyduysa neden bu kadar düşünüyorum, çabalıyorum ve kendimi rahat bırakmıyorum.
- Demek ki, yapman gereken, ya da yapmak istediğin bu değil.
- Ne istediğimi bildiğimi sanmıyorum. Bir şey istemem gerekli mi?
- İstemeseydin bunca hırpalanman neden?
- Evet neden, ne için, nereye kadar? Önümü göremeden nasıl ilerlerim, arkama bakmadan geçtiğim yolları nasıl görürüm, çevreme bakmazsam nereye geldiğimi nasıl bilirim.
- Bak o zaman.
- Bakamıyorum, o kadar kolaysa neden yapamıyorum, yapmak mı istemiyorum. Göreceğim şeylerden korkacağım için mi bakamıyorum? Neden insanlardan nefret ediyorum, neden kendimden iğreniyorum, kendimi bile bilemezken. Tabi ya bilinmeyenden korkulur değil mi? Bilmem, belki de yalnızlığımdır beni korkutan.
- Kendin seçmedin mi yalnızlığı, kendin kapanmadın mı bu odaya, kendin yalnızlığını büyük bir kibirle kabul edip herkese acımaya kalkmadın mı?
- Evet ben seçtim değil mi! Kendi bağımlı irademle.
- Neye bağımlı?
- Kendi dışımda kalanlara bağımlı olmalı, bana yapılacak en doğru şeyin kendimi herkesten soyutlamam gerektiğine inandıranlara olmalı, benim karşıma devaynasını getirip koyanlara ve bu sensin diyenlere, kendimi olduğum gibi görmeme engel olanlara bağımlı olmalı.
- Ne o yine sorumluluğu başkalarına mı yüklemeye çalışıyorsun.
- Hayır! Sadece gerçekliğime bir çerçeve çizmeye çalışıyorum, ve çerçeve benim dışımda olmalı, ben çerçevenin içinde kalmalıyım. Hayır aslında bilemiyorum, belki de şu halde olmamın sorumlusu olarak kendimi kabul etmek bana zor geliyor, eğer bunu kabul edersem kurtulmak için kendimin yeteceğini de kabul etmem gerekirdi, o zaman her uyandığımda bir mucize bekleme avuntumu da kaybetmiş olurum ki bu son zamanlarda benim yaşama gücümün son kırıntıları. Sen her fikrime karşı çıkmaktan ve sürekli soru sormaktan başka bir işe yaramıyorsun. Her konuşmaya başladığımızda bana yardım edecekmiş gibi başlıyorsun ama beni bulunduğum yerden biraz daha aşağıya batırmadan susmuyorsun, elimde kalan son çarelerimi de koparıp alıyorsun iyileştirmek adına, tutunabileceğim her çıkıntıyı budamaya ve beni çırılçıplak bırakmaya çalışıyorsun. Artık seni dinlemek istemiyorum. Söylediğin her şeyi ben zaten deneyerek geldim buralara, yoksa sen bunları nereden bilecektin. Bence senin amacın beni en dibe batırmak…
- Zaten en dipteyim demiyor muydun?
- Hala düştüğüme göre, en dibe ulaşmamışım.
- Belki de en dibe ulaşmadan yukarıya çıkış yolunu bulamayacağın içindir.
- Hayır yeter artık düşmek istemiyorum. Yeter artık düşünmek istemiyorum. Düşündükçe düşüyorum.
- Belki de düştükçe düşünmeye başladın.
- Başım ağrıyor; içimdeki seni, dışımdaki dünyayı o kadar ağır duyumsuyorum ki taşıyacak gücüm yok. Tek istediğim biraz dinlenmek, tek istediğim nefes almak. Beynim sorulara yanıt vermiyor. Uyumak istiyorum, rüya görmek…
- Yıllarca rüya görmekten başka ne yaptığını zannediyorsun.
- Belki çok şey yaptım, belki de hiçbir şey... Ama şu anda çok yorgunum. Lütfen biraz sus, lütfen biraz rahat bırak beni.
- Bunca zaman bu kadar rahat olduğun için şuanda bu durumdasın.
- Sus!
- Yanlış yerdesin.
- Yeter!
- Gözlerini açmaya cesaretin yok!
- Dinlemiyorum seni.
- Zavallı yalnız ve işe yaramaz bir adamsın, bir hiçsin!

Yatağından doğruldu adam. Şakakları zonklamaya başlamıştı çoktan ama bu sefer ki çok farklıydı, kalbi sıkışıyordu, işte yine o yumru nefes almasını engelleyip, onu boğmak için boğazındaki yerini almıştı, gözlerini bir yere odaklamaya çalışması boşuna bir çabaydı, bedeninin çeşitli yerlerinde seğirmeler hissetti. Biraz sonra infilak etmeye hazırlanıyordu sanki, beyninin içinde oradan oraya koşuşturan anlaşılmaz yan cümlecikler vardı. Tüm bedeni bir anda iflas etmiş gibi durduramadığı bir titremeye kapılmıştı. Kendini zorlayarak ayağa kalktı. Bir adım atmasıyla dizleri boşaldı, olduğu yerde, beton zemine yığılıverdi. Zangırdayan dişlerinin arasındaki yumuşaklığın dudakları olduğunu fark etmesiyle ağzına yayılan kan tadını duydu. Zeminin dayanılmaz soğukluğundan başka bir acı hissetmiyordu. Kendi cehennemini yaşadığını anladı, bundan daha büyük bedensel bir acı olamayacağına inandı, her bir kas telinin, her bir hücresinin yandığını tek tek duyabiliyordu. Dişlerinin arasındaki dudakları pelteye dönmüştü, ağzının içine sımsıcak kanın dolduğunu ve tüm bedenine kan kokusunun sindiğini fark etti. Bedeninden kan kokusuyla fışkıran her bir ter damlacığı buz tutarak tenine binlerce cam kırığı gibi saplanıyordu. Kendi sesi olduğunu ayıramadığı boğuk iniltiler kulaklarında yankılanıyordu. Parçalanmış dudaklarını büzüp germeye çalışarak iniltilere bir anlam katmayı başardı: “Yardım edin! Yardım edin bana!” bu sesin de kendi sesi olduğunu ayırt edemedi bir an; boğuk, anlaşılmaz bir fısıltıydı bu, karanlık odanın duvarlarında titreşen. “öldürün beni!” bu cümle de kendisine mi aitti, ama ortada ses de yoktu ki. Evet ölmek şu anda ne kadar iyi olurdu, ölebilmek, ruhun yanlışları yüzünden bedenin yaşadığı bu acılardan kurtulmanın tek yolu olarak görünüyordu. Hissedebildiği ve komut verebildiği kaslarını serbest bırakarak bir an titremesini durdurmayı başarıyor, ama bu sadece birkaç saniye kadar sürüyor. Bir an daha bedeninde kalan son güç zerreciklerini bacaklarında toplamaya çalıştı, kendini iterek büyük bir zorlukla yatağın yanına süründü ve kendini yukarıya çekti. Yatağı ilk defa ona bu kadar rahat geliyordu, acılarından sonunda kurtulmuştu, sessizce uykuya daldı.

- Bıktım artık bu mutsuzluktan. Artık hiç mutlu olamayacakmışım gibi geliyor, çok yoruldum. Artık mutluluğu unuttum, hiç mutlu olamayacağım.
- Olacaksın.
- Nasıl? Hep mutlu olmak istiyorum, niye insan sürekli mutlu olamıyor.
- Olamaz, sürekli bir mutluluk mümkün değil.
- Neden?
- Çünkü bir kere mutlu olduğun zaman, peşinden gelecek olan mutsuzluğa hazır olmalısın, ne mutluluk ne mutsuzluk seni şaşırtmamalı. Her mutsuzluk bir mutluluğa bağlanır. Gece ve gündüz gibi, yaz ve kış gibi…
- Neden mutsuz olmak zorundayız, hatta belki de ortada mutsuz olunacak bir şey yokken bile…
- Mutlu olmak için mutsuz da olmak zorundayız. Mutluluk güneşli günlere benzer, mutluluğun kendisi peşinden gelen mutsuzluğu hazırlar, aynı güneşin tüm sıcaklığıyla parlayarak suyu buharlaştırıp güneşsizliği hazırladığı gibi. Ve sonra o bulutlar akarken tekrar karanlık dünyana güneş doğar. Her mutluluk mutsuzluğa, her mutsuzluk mutluluğa doğru sürekli bir hareket halindedir. Tıpkı diğer her şey gibi… O yüzden mutsuz olduğun için sevinmelisin, çünkü bu demektir ki, mutluluk yakında.
- O zaman mutlu olduğumda da üzülmeli miyim, mutsuzluk yakında diye.
İçeriye dolan bir ışıkla gözlerini açmaya çalıştı, kapısı aralanmış, içeriye siyah bir silüet dolmuştu, gözlerini kamaştıran ışıktan girenin kim olduğunu göremedi. Kapı tekrar kapandı. Bu güne kadar sorgusuz sualsiz başkalarının kapılarını açıp giren hep kendisi olmuştu, şimdi bu duruma bir anlam veremedi. Rüya görüyor olmalıydı, gözlerini tekrar kapattı. Bir süre sonra alnında sımsıcak, yumuşacık bir el hissetti. Sıcacık okşayışın yok olacağından çekinerek, rüyayı sürdürmeye karar verip gözlerini açmadı. El alnından yanaklarına iniyordu. Yüzünün belirsiz bir gülümsemeyle gerildiğini hissetti. Bu içten dokunuşların sahibini görebilmek istiyordu, çekinerek, usulca açtı gözlerini, üzerine doğru eğilmiş bir meleği andıran beyaz, zarif yüzü gördü, bu yüz gülümsüyor muydu yoksa acımayla kırışmış mıydı anlayamadı. Tanıdıktı içine işleyen yumuşak bakışlar, ama kim olduğunu çıkaramadı. Konuşmuyordu, sanki nefes alıp vermiyordu bile, derinlerden gelen bir sıcaklığı vardı. Sanki başka bir dünyaya aitmiş gibi bakan ışıltılı gözlerinde bir anlam yakalamaya çalıştı. Cehennemdeki cezalarını doldurmuş cennete gitme zamanı mı gelmişti. Yoksa ölmüştü de dünyadaki cehennem hayatının ardından çoktan hak ettiği cennete mi gelmişti. Ağrı, sızı, soğuk duymuyordu artık. Tatlı bir hisle gevşemişti tüm kasları. Bir soru sorsa kaçıp gideceğinden korktu meleğin. Yumuşacık el sıcacıktı ve bedenine yavaş yavaş yayılıp tüm hücrelerine işleyen bu ayıltıcı sıcaklığın kaynağının yanağında olduğunu ayrımsadı. Melek, elini tuttu. Belli ki doğrulmasını istiyordu. Yavaşça doğruldu yatağında, artık kadını daha da net görebiliyordu, hala bir rüya olmadığını kanıtlayacak bir işaret yoktu ve adam hala onun küçük bir yanlış kıpırtıda, bir titreşimde yok oluvereceğinden korkuyordu.

6-Üçüncü tekillerden, birinci çoğullara

Rüzgar penceremde tüm gücüyle uğulduyor; başımı döndüren, acizliğimi en çıplak haliyle yüzüme vuran uğuldama… Bu sesi saatlerce dinleyebilirim; gözle görülemeyen, elle tutulamayan muazzam bir gücün penceremden beni düelloya çağıran korkunç çığlığı… Belki de bu uğultuda beni en çok hüzünlendiren bu apaçık meydan okuma… Nasıl korkmam? Ağzında kan tadı, burnunda kan kokusuyla dünyaya yeni gelmiş, hamuru günahların en büyüğüyle yoğrulmuş ve çırılçıplak hiçliğe terkedilmiş bir yaratığa dönüştürüyor penceremdeki bu uğultu beni. Tüm yasakların en çekicisinin eseri oluyorum… Kafa tasımın içine ulaşan bu uğultu yıkıp geçiyor tüm usumu. Ve vertigo… Çevremdeki her şey ancak bu kadar sessiz ve ağır görünebilirdi. Uzaklarda bir yerlerde bir horoz uğursuz geceyi uğurluyor, ya da kovuyor, ya da feryat figan güneşi ünlüyor. Sesi, beynimin karanlık köşelerinden mi geliyor, yoksa rüzgarın uğultusundan mı… ayırt edemiyorum. Üç noktalı, henüz tamamlanmamış ya da aynen süren yaşam aralıklarımın ardından güne büyük mü başlamalıyım bilemiyorum. Bir şeylere nokta konulmadan, hele ‘vesaire’ episodunda bırakılmışsa nasıl büyünebilir ki… Vertigo… Bu küçük oda hiç bu kadar büyük ve sıkışık olmamıştı. Günlerden Perşembe olmalı. Nedenini bilmiyorum ama içimden bir an öyle geçti, belki de takvimi işaretlemeyi hiç bırakmamış bir umut var içimde, ya da kandırmaya çalıştığım bedenim hala beni şaşırtacak kadar bağlı yaşama, vücut saatim tıkır tıkır işliyor, saniye şaşmadan. Tüm bu tezlerim eğer gerçekten bugün perşembeyse doğrulanabilir. Ya değilse, o zaman nerden geldi aklıma Perşembe, en sevdiğim gün müydü? Son hatırladığım gün müydü? En çok rüzgar esen gün müydü? Perşembe nerden çıktı; hiçbir Perşembe bu kadar önemli gözükmemişti gözüme. Oysa günümün adı olmasaydı n’olurdu, zaten günlerime ad takmayı çoktan beridir bırakmıştım. İnsanın her günü aynı gün olursa ve o günü başkalarına anlatmak zorunda değilse ve o insan kendi adını bile umursamıyorsa n’olurdu… Günlerin adının olması anlamsız olurdu, zaten adı olan günler de anlamsız, günlere takılan adlar da anlamsız. Per-şem-be artık hiçbir anlamın kalmadı. Günlerimi ve saatlerimi başıboş, gereksiz bir düşünceden daha azat etmenin coşkusunu yaşıyorum, ve vertigo… Kulaklarım rüzgara direniyor, oysa küçük kör penceremi ve dilsiz kulaklarımı zorlayan rüzgar bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi… yoksa bu pencerede, bu karanlık köşelerde işi ne? Bir anlamı yoksa benim penceremde işi ne? Ne yazık ki ben anlamayınca öfkesi, şiddeti artıyor farkındayım. Şiddetlendikçe sanki bana, çok uzak diyarlardan yüklenip getirdiği lanetleri, küfürleri savuruyor. Ne gözüme ne ellerime hitap ediyor… tek muattap olduğu kulaklarım nasıl anlatabilir ona hiçbir şey anlamadığımı. İlkbahar yağmurunun ardından hafif bir esintiyle yüze çarpan ıslak toprak kokusu kime bu uğultudan daha güzel bir şeyler anlatmaz ki: yapılacak çok şey olduğunu, sevilecek okşanacak güzel kadınlar olduğunu, görülecek uzak diyarlar olduğunu, her yeni güne doğan güneşin bile farklı oluğunu, bütün günlerin bir adı, bütün adların bir anlamı olduğunu, vesaire… Çoğu zaman kendimi akıntıya karşı yüzmeye çalışan, gürül gürül akan şelalere atlaya zıplaya tırmanan bir somona benzetiyorum, nereye gidebilirim, genlerimi oluşun devamı için yeni varlığa armağan edip yokluğa mı? Ve başım dönerken bu terslikten, amacımın bilincinde miyim yoksa içgüdüsel mi bu çırpınışlarım. Güdümlendiklerim dışsal değil miydi… İşte vazgeçti rüzgar anlatmaktan hikayesini. Zaten pencerem mi vardı ki…

Kendimden şikayetçiyim duyan varsa, artık beni dilediğiniz gibi şekillendirip kullanabilirsiniz, teslim oluyorum. Karmaşanın içindeki düzeni aramayı umursamıyorum artık. Mevsimleri umursamıyorum. Ruhuma sahip olabilirsiniz ama sanışlarımı da kabul edebilir, sindirebilirseniz. Yoksa ruhumun da bir anlamı yok. Neyi önemsediğinizi bilmek isterdim, benim göremediğim neyi gördünüz, benim başaramadığım neyi başardınız bulunduğunuz yerden; neden sizin gibi düşünmek zorunda olduğumu hissediyorum hem de sizin gözlerinizi bile göremeden. Sadece anlatsanız da yetecek belki, ama susuyorsunuz. Anlamı sınırlayan kelimelerden sıyrılmış, daha yüce bir iletişim kurabilir miyiz o zaman? Ben varım. İşte buna ben dünden razıyım. Çoktandır kaybettim kelimelerin izdüşümlerini anlama yetimi. Rüzgarla konuşmaya çalışmam ondan. Belki sizinle bunu başarmam daha olanaklıdır. Yeter ki içime dönmem gerekmesin. İsyankar olduğum kadar uzlaşmacıyım da gördüğünüz gibi. Yeter ki siz biraz anlamaya çabalayın önyargılarınızı referans olarak almadan. Sizin dışınızda olarak görmeyin beni. Beni birazcık anlayabilmek için içinize bakın, belki de ben iç sesiniz olma derdindeyimdir, belki de siz olmaya çalışıyorum tüm yaşamın üçüncü tekillerden sıyrılıp, kendi tekil dünyamda. Belki sizinle çoğalma çabalarım yalnızlığımın can çekişmeleridir. Belki siz koklarsanız en sevdiğiniz çiçeği, ben duyumsarım kokusunu, belki de sevebilirim sizi. Kendime bu kadar yabancılaşmam size dönmeye çabalamamdır belki de. Belki de size dönmüşümdür çoktan… Ama bu sizli bizli olmayacak galiba, siz diyerek değil biz diyerek çoğullaşabilirim ama bu sen ve benden geçer. Başladığımız yere döndük, “Bunu da biliyordum” dersem ukalalık mı etmiş olurum. “Ben biliyordum” demek neden bu kadar eğlenceli, bazen sırf ben biliyordum demek için bile, bildiğim aynı hataları yapıyorum galiba. İşte kendimi kandırma çabalarıma en güzel örnek. Sen de hiç öyle yaptın mı? Kendini bile bile kandırarak bilmezlikten geldiğin şeyler için, sonunda “ben biliyordum” dedin mi? Biliyorum saçma! Saçmalıklarımı sana yönlendirdiğimi sanıyorsan, samimiyetimden şüphe ediyorsun demektir, en başta bilince ektiğin şüphe katil yosunlar gibi sadece kendini besleyip çoğaltmak için tüm verimli düşleri içten içe kemirir. Yeni doğmuş iletişimimize şüphe tohumları ekme, bir olup çoğalamayız. Yalnızım ve yalnızlığımdan korkuyorum, senin de yalnızlığını itiraf etmeni bekliyorum. Yalnızım demek aslında kibirlenmek, kendini yüceltmektir değil mi? Kendimi fazla mı önemsiyorum sence, ama senin de yalnızlığını belki senden de önce kabul edişim, seni de yücelttiğim anlamına gelmez mi? İnsan dibe vurmuşsa ve yalnızlığıyla avunmak istiyorsa, bu böbürlenmek de olsa, çok mu? “Kendimi kalabalıkların arasında yalnız hissediyorum” felsefesi yapmayacağım korkma. Çünkü kalabalıklardan çok uzağım, burada bu virane odada yalnızca ben varım, bir de başka bir yalnız odada senin varolduğunu düşünüyorum o kadar. O yüzden mütevazilik edip “yalnız değilim” diye beni kandırabilmen çok kolay. Sen kendini kandırmaya razıysan, buna kanmaya ben çoktan razıyım. Üstüne fazla mı geliyorum? Çabalamalarımı anlamanı diliyorum tüm kalbimle. Peki sana şunu da itiraf edeyim, “Ben yalnızım” demek de aksini söylemek kadar kendini kandırmaktır. Ya da bir çeşit savunma mekanizması diyelim: kendini en önemsiz gördüğün, en yitip gittiğin anlarda, bir refleks sonucu tutunabildiğin marazi bir çıkıntı. O yüzden hala yalnızlığı kabul etmemeni anlayabilirim. “Yeter artık” değil mi? Sana sen diye hitap edip seni “sen” yaptıktan sonra hala ne istiyorum değil mi? Değil, ne istediğimi söylemiştim, çoğullaşmak istiyorum seninle, çoğalmak istiyorum. Senin cennetine bir yılan gibi sinsi sinsi sokulup o tek ağaca ulaşmak, sana, yasak denilen o günahın tadını sunmak istiyorum. Ruhunun derinliklerinde sakladığın o en hassas, karanlıklarında gizlemeye çalıştığın o en yumuşak yerini el yordamıyla bulup, sana oradan dokunmak istiyorum, bana seni daha fazla incitmemem, kirletmem için yalvarırcasına bakmanı istiyorum. Senin şeytanın olmak istiyorum. Ben zaten cennetten kovulan şeytanın ta kendisiyim, insanoğlu yaratıldığında ben, ışıktan yaratılmış bir meleğe aşıktım, işte o zaman şimdikinden de yalnızdım, tektim, farklıydım… O bakmaya kıyamadığım güzeller güzeli saf meleğim aşağılık, aciz, pis kokular saçan, çirkin mi çirkin bir insanın karşısında eğildi, sonra o insanın hizmetine girmek zorunda kaldı. Benim güzeller güzeli göz kamaştıran meleğim. Yoksa ben niye tanrıma isyan edecektim bir insan yüzünden. Ama aşkımı, öyle eğilip zavallı bir yaratığa secde ederken görünce dayanamadım, belki ondan önce benim sıram olsaydı, aklım hiç karışmadan secde edebilirdim bile… Sen aşkı insanla mı doğdu sanıyordun, hayır aşk hep vardı, ilk ben keşfettim, aşkı insana ben öğrettim, böylece meleğimi çalan insanlarla daha kolay hesaplaşabilecektim. Ben aşka zehrimi akıttım, o yüzden güzel aşk yoktur, mutlu aşk yoktur, ben insana aşkın en dayanılmaz, en karşı konulmaz ve insanın tüm bilincini felç eden gücüyle hükmediyorum. Bir insan ne zaman ki aşka sahip olduğunu düşünüyor, o rahatlığa giriyor işte o zaman çekip alıveriyorum aşkını başka bir yere fırlatıp atıyorum, neye uğradığını şaşırıyor, can çekişiyor nasıl biranda söndü diye. Nefret ettiğim tüm insanlık tadıyor benim o en büyük isyanımı, ve dünyada herkes benim bilinmeyen zamanlar önceki isyanımı canlandırıyorlar her saniye, ve benim işlediğimden büyük günahlar işliyorlar, her saniye tekrar tekrar kovuluyorlar cennetten. Benim yaşadığım acıları yaşıyorlar, kalabalıkların arasında yalnızlığı yaşıyorlar, kimse bir diğerine gerçekten aşık olmuyor, herkes aşka aşık. O yüzden elde edemiyor, çırpınıp duruyorlar. O yüzden aşklar ulaşılmayınca, acı verince gerçekleşiyor. Artık neden acının, isyanın ve günahın aşkın özünde olduğunu, aşkla geldiğini anlamışsındır herhalde. Aşk şeytanişi. Tabi bazı insanlar bir süre uğraştıktan sonra farkına varıyorlar aşka asla sahip olunamayacağının ve pes ediyorlar. Bazıları da aşkın ulaşılmadıkça tüm heyecanıyla yaşanabileceğini anlıyor ve hiç teslim olmuyorlar peşlerinden koşana. Uzun süren aşkların sırrı da bu işte; ya dış etkenlerle ulaşamama ya da bilinçli olarak ulaşılmama, ama hepsi de aşkın en ekstrem acılarını, isyanlarını yaşamak, yaşatmak şartıyla. Ben aşkı bir meleğin ışıltılarıyla süsledim, meleğimden alabildiğim tek bir saç teliyle, bazıları ona ‘şeytan tüyü’ de diyorlar, o yüzden öyle güzel görünmesi, göz kamaştırması… O yüzden aşık olunan kişinin meleğe benzetilmesi. Ben ateşten yaratıldım, aşkta benim bir parçam, o yüzden ‘aşk ateşi’ diyorlar yaşayanlar… Sevgi öyle değildir, onun benimle bir alakası yoktur, sevgi durağandır, uç noktalarda, taşkın tutkular, kendinden geçiren hazlar içermez, ayakları yerden kesmez, sevgi herhangi bir karşılık beklemez. Sevgi meleklerden gelir, koşulsuz, günahsızdır, isyan etmez. Sevgi yıkıcı değil yapıcıdır, uçucu değil, kalıcıdır… “Allah aşkına” dedirttim insanlara, buna ben bile şaştım kaldım. Öyle diyenler, aşkın özündeki isyan günahıyla gözleri kör olup, aşkın gerekleriyle akılları başlarından gidip, Allah adına en büyük günahları işlediler; öldüler, öldürdüler, isyan ettiler ve aşkla bunları yaptılar, şeytanın silahlarıyla Allah için savaştıklarını sandılar. Aşktı onların vecd ile Allah adına diye diye yaptıkları yıkımların sebebi. Üstelik apaçık, Allah için de değil, karşılıksız da değil; yani sadece o benim aşkla kaybettiğim cenneti kazanmak uğruna aşk ile savaştılar. Onlar daha da büyük günahkarlar. İnsan aklı gerçekten çok tuhaf, aslında secde etmem gerektiğini zaman zaman kabul ediyorum, insanlar benim öğrettiklerimle benden daha büyük günahlar üretecek kadar benden de üstün ve cesur olduklarını gösterdiler. Sana iki sır verdim işte, gerçek aşkın ve cennetin sırrını. Dilediğini seçmekte özgürsün. Ama gerçek aşkı istiyorsan, gereklerini yerine getirip cennetten vazgeçmelisin, ikisi bir arada olmaz, ben bizzat denedim…Dedi yalnızlığında yaşadığı cehennem azabıyla, şeytanlığı bile kabul eden çaresiz adam. Soğuk yatağına uzanıp gözlerini sımsıkı kapattı. Aşka da şeytana da inanmamıştı aslında hiçbir zaman. Sadece yazarına inanmıştı, tüm diğer insanlarla, kendi dışında kimseyle alakası olmayan, hatta belki de kendisinin yarattığı yazarına… Yazarın karakteri yarattığı kadar, karakter de yazarını yaratıp hayatını şekillendirebilir diye düşündüğü, kendini güçlü ve bağımsız hissettiği zamanlar da olmuştu. Derin bir iç geçirdi. Son zamanlarda benliği tam ortadan ikiye ayrılmıştı. Kendi zayıf bedeninin yarısı kadar iki ayrı beden… sürekli birbirine saldıran, acıyan, birbirini aşağılayan, suçlayan birbirine bağımlı iki ayrı bedeni vardı artık. İkisinin de iki ayrı ruhu vardı, birbirine hiç benzemeyen ama birbirine bağlı iki ayrı ruh…
- Kimsin sen?

5 -Çelişik Zamanlar

Çelişik zamanlar…

Zaman geçiyor sanırım, gerçi ben en çok bunu anlamakta zorlanıyorum. Nasıl yok oluşa; ileriye doğru tek bir adım bile atamadan, kolumu, kılımı bile kıpırdatmadan son hızla gidebiliyorum? Hala nerede olduğumun da farkında değilim. Sanırım tavanaramda, henüz keşfedilmemiş bir zamanlarda dünyaya getirildim. Zaman aslında hareketin kaynağı, oluşun özü olduğu halde onu bu kadar umursamıyor olmam hareketsizliğe eğilimimi açıklıyor. Metabolizmam iyice yavaşladı; nefes alıp verişlerim, kalp atışlarım, suya ve yemeğe olan mutlak ihtiyacım… Ben de zayıfladım aslında, bedenim neredeyse yok sayılacak kadar ufaldı, ruhum da zayıflaya zayıflaya çoktan yok oldu belki de. Kendim dahil çevremdeki her şey gerçek dışı görünüyor. Neden bu hayatı yaşamam gerekiyor. Ve neden bu sonsuz ve sınırsızmış gibi görünen, damağımda paslı bir tat bırakan bu yalnızlık? Neden birçok şey biliyormuşum da hiçbir şey yaşamamışım, yaşayamayacakmışım hissi ya da bazen tam tersi; çok şey yaşamışım ama hiçbir şey bilmiyormuşum kaygısı. Çelişik bir yaşamın ortasında bir havalanıp bir inen, çelişik bir insan taklidi… Evet sanırım sadece insan taklidi yapıyorum. Çelişkilerim insana benzediği için kendimi daha kolay kandırmamdan başka bir işe de yaramıyor zaten. Girmek istediğim kapılar çoktan yüzüme kapanıp, kilitlenmiş. Çıkmak istediğim kapılar hep aynı zamanlarda, hep aynı farklı yerlere açılıyor ve yine arkamdan kapanmıyor, dönüp dolaşıp yüzüme kapanıyor. Bir yerlerde gizli eşyalarım olmalı diye düşünürüm ara sıra. Bana ait bir şeyler olmalı buralarda bir yerlerde. Bulamıyorum… Biliyorum her şeyimi ayarladı ve onu kandırmak yapabileceğim şey değil. Yıllardır tek planım onu şaşırtmak, kendimi şaşırtmak, asla olamayacak bir şeyler yapmak. Bütün çabalarım ve ataklarım boşa çıktı bugüne kadar. Hala nerden buluyorum bu direnci, bu kadar vazgeçmişken. Bilmiyorum… Her şeyi bildiğimi sandığım noktadan başlıyorum hep ve hep hiçbir şey bilemediğim bir noktaya ulaşıyorum, hem de tüm çabalarıma karşın en ufak bir mesafe kat edemeden. Deliliğin ne olduğunu tam olarak anlamış olsaydım, deliliği kabul ederdim, sanırım çok da rahatlatıcı olurdu. Deliliği kabul etmeye olan açlığım beni deli olma lüksüne yabancılaştırıyor. İçimde kocaman bir boşluk duyumsuyorum, kocaman, ağır bir boşluk… Boşluğun bu kadar ağırlık yapması hareket kabiliyetimi de çok kısıtlıyor. Boşluğu çoğu zaman nefes alıp, vermeyerek doldurmaya çalışıyorum ama o boşluk tüm gücümle alabildiğim nefesi, bünyesinde çok uzun süre barındıramıyor. İçimde yıkıcı bir itiş kakış oluyor ve hop nefesim gerisin geri dışarıya fırlıyor ve boşluk zaferin sahibi oluyor. Oysaki o nefesi içimde tutabildiğim sürece evrenle bir olduğumu hissedip kısa bir an rahatlıyorum, tüm evren bir nefesim kadar eksilip içime dolup o boşluğu dolduruyor. Her nefes alışımda tüm var oluş nefes veriyor ciğerlerimin kapasitesi ölçüsünde, içimdeki boşluğun ölçüsünde küçülüyor, her nefes verişimde büyüyor ve benden uzaklaşıyor. Var oluşun benden taşıp her dışarıya doğru boşalışında içimdeki boşluğu bir parça daha zorlayıp o boşluğu büyüttüğünü fark edince o kısa anlık rahatlamalardan vazgeçmek zorunda kalıyorum çaresiz. Böylece evren genişliyor, ben daralıyorum, boşluk çoğalıyor… Evet farkındayım aynı şeyleri tekrar ettiğimin, ama hayatım da böyle tekrarlardan oluşuyor, neden sıkıştığımı anlamak çok mu zor, lütfen “tekrar” edin; her günü tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar yaşadığım bir kısırdöngü içindeyim. Kendimle tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar tekrar hesaplaşıyorum…

Ruhumun çatlaklarından bir asır öncesinin yağmur suları sızıyor.
Anlayacağınız temizlenmem gerek, bu küf kokusu ondan.
Bu dünya benim ne istediğimi nerden anlasın…

Kapı aralarında mastar halde yaşamayı kaybettim: koşmak, açmak, uçmak, görmek, ağlamak, yetişmek, silmek, sövmek, bulmak, sağaltmak, içerlemek, çözümlemek, uzatmak, sıvışmak, kırmak, bitmek, sindirmek, olmak gibi… Artık benim için tüm mesele olmak ya da olmamak kadar basit değil; düşmek ve kalmak kadar hareketli değil, benim için tüm mesele hiç olmak ya da hep olmamak…

Parmak aramdaki deri parçasını incecik bir kağıtla kesebileceğini söylediğinde, sadece keskin ve sert görünen metallerin kestiğini düşünecek kadar somut bir çağımdaydım; inanmadım, inandırdı. İnsanların ne kadar acımasız olabileceğini ilk deneyimlediğim an o olabilir mi?

Neden kendi dünyama bu kadar yabancıyım. Sanki her kendimi bir yerlere ait hissetmek istediğim anda, içimden bir şey kayıyor, yukarılara doğru çekiliyor ve kendimi her zamankinden farklı bir yerde görüyorum; daha önce hiç bulunmadığım, daha önce hiç görmediğim ve hiçbir şekilde bana ait olmayan bir yer… Oysaki hep bulunduğum, alışık olduğum ve bildiğim yer bu oda: belki de bana ait olan, belki de bildiğim tek yer… ama bazen, özellikle de dikkatimi buna yoğunlaştırdığımda o kadar uzaklaşıyorum ki, her zaman bulunduğum bu yerden kaybolduğumu hissediyorum, her şey o kadar belirsizleşiyor ki hiçbir şey göremiyorum… Bir sis perdesi kaplıyor usumu, bir gölge düşüyor yaşamaya çalıştığım tüm mekanlara. Belirsiz bir yerde belirsiz bir zamanda belirsiz bir cisim haline dönüştüğümü hissediyorum. İşte tam da böyle anlarda kocaman sert ve yırtıcı bir pençe yakalıyor kalbimi. Tam da böyle anlarda kısmi felç geçiriyorum: gözlerim, ciğerlerim, parmak uçlarım felç oluyor. İşte böyle anlarda nefes alıp vermeyi hatırlatmak zorunda kalıyorum ciğerlerime. Kalbim, çoğu zaman orada olup olmadığından emin bile olmadığım kalbim, bana “keşke hiç orada olmasaydı” dedirtmek için, var gücüyle çalışıyor. Ve içten içe yokoluşu diliyorum varlığımın acı ağırlığını en çok hissettiğim anda… Her şeye yabancılaştığım anda var oluyorum ya da varlığımı hissettiğim anda her şeye yabancılaşıyorum. Bu yabancılaşma, beni tüm acınasılığıyla hissettiğim varlığımı yadsımaya itiyor. Var olmak ve yok olmak arasında sıkışıyor kalbimin damarları, kalbimin odacıkları basınç odacıklarına dönüşüyor. Havadaki soluduğum oksijen miktarı beynimi doyurmuyor ve kalbimin basıncından kanım zehirleniyor. Çok olmuştur şöyle ıssız bir yerlerde kaybolsam, avazım çıktığı kadar bağırıp, varlığımı yokluğumu umursamadan, umursanmadan yaşasam dediğim. Tüm yaşanası amaçlardan yoksun ve uzakta olduğumu da biliyorum… Ve başını yukarı kaldırıp avazı çıktığı kadar bağırdı iskelet adam:

Ey yazarım! Söyle benden ne istiyorsun, neden bu kapıyı her açtığımda, dışarıya adım atıp istediğim yere varmamı engelliyorsun, ya da sonumu kolaylaştırmıyorsun? Neden bana yaşamam için net bir amaç göstermiyorsun ya da ölmem için... Neden önümde ilerlemem için bir yerlere ulaşan bir yol açmıyorsun? Ben hep bunlar için çabaladım ama anladım ki ben yapamıyorum, bir çözümü varsa da bulamadım. Neden bana bir çözüm göstermiyorsun? Belki tüm çaresizliğim senin parmak uçlarında. Bu halimle sana nasıl daha şirin görünebilirim… Diye seslendi çaresiz ve mutsuz adam, yazarına. Yatağında doğruldu, hayatı boyunca sürdürdüğü tüm boşuna çabaları sonucu kaderinin kendi elinde olmadığına inanmak zorunda kalışı, ruhunu en yaralayan kabullenişti… Ve ondan sonra yardım isteyebileceği tek güç olduğunu düşündüğü için ara sıra yazarına seslenmeye başladı. Yazarıyla yaptığı kısa monologlarında nedenini kendisi de bilmeden gözlerini odasının çatlak küflü tavanına dikerdi. Kendince yazarın oradan kendisini gözetleyip durduğunu çıkarmıştı, başka bir açıdan hayatındaki her şeye bu kadar hakim olmasının imkansız olduğunu düşünüyordu. Tek istediği, hala bu hayatta bir şeyler yapabileceğine dair küçücük de olsa bir umuttu. Odasının duvarlarına bakındı bir süre, kaynağını kendi dışından alan bir ses duymayı umut etti. Duvardaki çatlaklarda bir işaret aradı boşuna. İçinde konuşup duran seste bir anlam aradı… Boşuna… Sonra o sesleri duymamaya, susturmaya çalıştı… Boşu boşuna… Pes etti en sonunda yatağına uzanıp gözlerini kapattı, uyumaya çalıştı… Boşuna… Gözlerini açtı, gözleri yanmaya başlamıştı, uykum mu geliyor diye bir anlam yükleyecekken yanmaya, her yer buğulandı, bu da neydi, yaşlar akmaya başladı sımsıcak yollar açarak yanaklarından yastığına. Şaşkınlıkla dokundu ıslaklığa. Hayatını; parçaları tamamen karışmış, hiçbiri bir diğerini tamamlamayan, belki de başka başka karelere ait olan ve yapması gerekenin onlarla bir bütünü oluşturmaya çabalamak olduğu büyük bir “puzzle”a benzetti. Belki hiç kendisine ait olmayan anıları, duyulanlarla yaşananların ayırt edilemeyecek kadar iç içe geçtiği, geçmiş ve geleceğin birbirinin gölgesinde eridiği bir hayat… Anlamın yittiği bir hayat… Ne kendi içinde ne bütünün içinde bir anlamı vardı.

4-En Gizli Özne

IV En Gizli Özne…

Adamın, ruhunun çok derinlerinde bir yerde canı acımaya başlıyor… Adamın mı? Evet adam, ince titrek bedini daha çok unutulmuş, belki de keşfedilmemiş bir yerlerdeki, kime ait olduğu belli bile olmayan bir iskelete benzeyen adam, evet sapına kadar adam, sap gibi kupkuru, kapkara bir adam… ama sen de bal gibi biliyorsun ki o adam benim. Hayatımdan bıktığım, daha doğrusu kendimden sıkıldığım zamanlarda sık sık kendimden üçüncü tekil şahıs olarak bahsederim, belki de dördüncü, ya da beşinci tekil şahıs... Ama benim, işte o yalnız, yanılmış, tükenmiş adam, benim, bütün o edimlerin sahibi, gizli öznesiyim hayat hikayelerimin. Gizli gizli de olsa ben yapıyorum her şeyi, ben düşünüyorum, ben ağlıyorum, ben boş veriyorum, ben kaçıyorum, ben yakalanıyorum, ben acı çekiyorum, ben acı nedir biliyorum, çoğu zaman da ben isyan ediyorum gücümün yetmediklerine. Bazen de işte kendimden öteki olarak bahsedip, kendimi anlatmaya, daha doğrusu anlamaya, daha da doğrusu aldatmaya çalışıyorum. Dışına çıkıyorum hayatımın, hayatıma başka birinin gözünden bakmaya çalışıyorum, hayatımın dışına asla çıkamayacağımı bilsem bile, en azından deniyorum, bu beni rahatlatıyor. Sen de, seni rahatlatacak olan başkalarının acılarını dinleyip bundan sadistçe bir zevk alıyorsun, bu kez ben sana bu zevki yaşatıyorum, bak bu gereksiz hayatta tek işe yaramaz sen değilsin diyorum sana, sen de istediğinin aslında bu olmadığını düşünüyorsun, bu kez biraz rahatsız oluyorsun, belki bundan da ben zevk alıyorumdur… Evet evet alıyorum, senin de başkalarının kapılarını sorgusuz sualsiz, çalmadan açıp girdiğini biliyorum ya, bunu sen de biliyorsun, işte oralarda avutmaya çalışıyorsun kendini. Ama orada dur birazcık; dünyada ya da evrende şu anda senin durduğun yerde senin dışında kimse yok, dünya ve tüm diğerleri senin durduğun yerden ancak senin gördüğün şekilde görülebilir ve bunu ancak sen görebilirsin ve dünyada tek bir kişi de yoktur senin bulunduğun yeri bilip sana anlatabilecek, bunu ancak sen yapabilirsin… Tüm sınırlarıyla orası sana ait. İstersen başkalarının nereden baktığını, ne gördüğünü anlayabilirsin eğer anlatıyorlarsa ama sen asla orada olamazsın. Bulunduğun noktadan dünyanın nasıl göründüğünü de ancak sen anlatabilirsin. Ve asla bu diğerlerine benzeyemez. Yani kendini sana başkalarının anlatmasını bekleme, başkalarının yaşadıklarını da kendi dünyan zannetme. Bu açıdan sen bu dünyada teksin, tüm diğerleri gibi. Aslında seni hiç görmediğimi, aslında şuanda seninle konuşmadığımı da çok iyi biliyorsun, ama ben sadece, belki de bilinçsizce sen kelimesini kullandığım için, üstüne alınmak istiyorsun. Ama düşün bi ben seni görmüyorum ki, benim acılarımdan zevkler, dersler almaya çalışan bir kişi olarak kurduğum için seni, biraz nefret de ediyorum senden. Ne bekliyorsun benden, sana kendi sanışlarımdan başka ne sunabilirim ki, hani o tuhaf zevki almak dışında bir beklentin varsa diye söylüyorum. Sen bir zavallısın, belki de duymak istediğin şey buydu, şimdi bir bak bakalım hayatına, eminim istemediğin bir hayatı yaşamak zorundasın, ama bunu sorgulamaktan kaçınacak kadar da korkaksın. İsteğin dışında kaç kişinin sorumluluğunu üstlendin, bunları sen mi kabul ettin yoksa toplumsal bir manyetik güç mü seni bunlara çekti, fizik kanunları kadar kanuni bir legallikle. Ve sen hayatın boyunca belki de bunların asla sorgulanamayacak kutsal doğrular olduğunu düşündün. Belki şimdi itiraz ediyorsun, o zaman şöyle bir düşün, seni istemediğin şeyleri yapmaya zorlayan, aşık olmaya, neslini sürdürme içgüdüsüyle bu çöplüğe, hiçliğe bir armağan olarak bir canlı doğurmaya ve sonra da her şey ne kadar da yolunda diye sevinmeye zorlayan koşulları bir düşün. Hangisine gerçekten inanıyorsun, gerçekten iyi bir şeyler yaptığına inanıyor musun? Ama sakın yakınma bulunduğun yerden, yaptıklarının aksini yapsaydın zaten yaşamak için direnmek için bir sebebin olmazdı. Senin için bunlar yaşamın nedenleri. Bak seni ne kadar iyi tanıyorum. Kendini kandırma çabalarını çok iyi anlıyorum, tutunmak zorundasın nihayetinde bir yerlere, anlamsızlığın karmaşasında bir güven duyma ihtiyacın var, her şeyi sorgulayıp mutsuzluğa gömülmektense, koşulsuz sana dayatılanlara boyun eğmek belki de çok daha büyük bir erdemdir. Belki de bunları kabul ettiğin için güçlü çoğunluktansın ve de güçlüsün, bununla gurur duymanı büyük bir anlayışla karşılıyorum. Tabi hayatını en iyi sen bilebilirsin, bunlar benim bulunduğum yerden görünenler. Aslında empati kurmakta benim üstüme yoktur, bak aniden nasıl da döndüm. Ben dönek biriyim anlamış oldun. Ama utanmıyorum bu halimden de, utanma duygumdan bilemediğim zamanlar önce kurtulmuş olmalıyım. Öyle bir duygulanım biraz fazla lüks kaçıyor bu sefil hayatıma. Birilerinin bana “utanmaz arlanmaz” dediğini hatırlıyorum, bu annem de olabilir. Anneler her zaman haklıdır zaten. Annemin beni tanıdığını zannetmiyorum, bana sadece vücudunun uzuvlarından biri olarak bakıyor. Elleri, bacakları, burnu, göğüsleri gibi mesela… Belki de böyle bakmakta haklıdır, belki de öyledir, ben hala annemin vücudunun bir parçasıyımdır, vücuttan ayrılarak yaşayan bir uzuvumdur. Onun yine de beni kendinden ayrı bir varlık olarak göremediğinden eminim. Benim bazı yönlerimi beğenmiyor olabilir, beni kendisine yakıştırmıyor da olabilir, ama yamuk olduğu için bir bacak kesilip atılamaz ya yürüyor sonuçta… Benden vazgeçmeyi düşünebileceğini hiç sanmıyorum. Ben onun bu dünyaya uzanan bir uzvuyum, görevim ise onun genlerini bir süre daha bu dünyada tutmak, belki de geleceğe doğru uzatmak, bunun dışında bir şeyin önemi yok, dünyanın en aşağılık insanı da olabilirim artık, o nasılsa bunu görmeyecek. Ben annemin bu dünyadaki en gizli öznesiyim… Kendisi de bilmiyor.

Neyse evet çatı katı da elendiğine göre, ne yapacağım şimdi. Lambadaki cin olsam insanlar benden ne dilerdi acaba. Kapılardan birinde tanışmıştım o cinle, önüne gelen herkesin üç dileğini yerine getiriyordu… Bir gün gizlice lambayı çaldım, elime alıp onu bir güzel ovuşturup parlattım, içinden şişko, kısa yelekli, kel ve kocaman bir cin çıktı: “dile benden ne dilersen” dedi. Saatlerce düşündüm karşısında, ara sıra beklemekten sıkılıp sıkılmadığını anlamak için yüzüne baktım kaçamak, o aynı ciddi yüz ifadesiyle gözlerini dikmiş bana bakıyordu, ben düşünüyordum. Bir anda milyonlarca dilek geldi aklıma, ilk üçünü sıraya koymaya çalışmam da günler aldı, cinim hala sabırla bekliyordu, tabi bekleyecekti, onun görevi buydu, sormuştu bir kere dileklerimi ve ben dileyinceye kadar da beklemek zorundaydı, bana hizmet etmek zorundaydı. Bir arkadaş dilesem diye düşünmüştüm, şöyle ben isteyince gelip beni oyalayacak, ben yalnız kalmak istediğimde de çekip gidebilecek bir arkadaş, bir dost… Dostluğun karşılıklı olması gerektiğini, bir çeşit alış veriş olduğunu çoktan öğrenmiştim. Alınabilecek çok şeyler bulabilirdim bir dosttan ama vermeye yanaşmak istemiyorum, verebilecek bir şeylerim olduğunu da sanmıyorum zaten. Benden bir şey istemeyecek bir arkadaş da bir arkadaş olamazdı, arkadaşlığın, dostluğun doğasına aykırıydı bu, aksini iddia etmek de ancak saflık olur. Bir şeyler vermeyeceğim, veremeyeceğim bir arkadaş bana arkadaşlık yapamaz. Sonra bir aşk dilesem dedim, daha önce gördüğüm her kadına aşık olduğumu hatırladım, yuvarlak hatları olan, ince, kırılgan, acılı bakışlı kadınlardı, hepsi başka başka erkeklere aşık olup intihar ettiler. Aşk bana göre değildi. Ölümü dilemeyi düşündüm, sonra saçma olduğunu fark ettim, eğer gerçekten dilediğim o olsaydı cine ihtiyacım yoktu ki, birkaç saniyelik işti, incecikti yaşama bağlı olduğum ip, kendi kopmadan koparmak ise çocuk oyuncağıydı, ama nasıl o kadar sağlam olduğunu defalarca düşünmüştüm nefret ettiğim hayatım boyunca, koparamamıştım. Dilek tutmaktan vazgeçtim, korkmaya başladım cine hiç dilek tutmak istemediğimi söylemeye. O kadar beklemişti sabırla, ya peşimi bırakmazsa diye korktum, ya illa üç dilek tutmak zorunda kaldıysam o lambaya sahip olduğum için. Birkaç gün de hiç dileğimin olmadığını nasıl söylesem diye düşündüm. Ara sıra uykuya dalıp rüyalar gördüm, her uyandığımda onu karşımda, kollarını göğsünde kavuşturmuş sabırla beklerken buldum. Dilekler saçma şeylerdi, cine bunlarla uğraşmaması gerektiğini, insanların elde ettiği hiçbir şeyin asıl diledikleri şey olamayacağını, gerçek dileklerin ise aslında hiçbir zaman gerçek olamayacağını nasıl anlatacağım üzerinde düşündüm. Hayatının anlamı olan, var olma sebebi olan görevini aslında asla yapamadığını, yapamayacağını ona nasıl anlatabilirdim ki. Dilek tutma olayı kabusa dönüşmeye başlamıştı benim için. “Geldiğin için sağol, bir dilediğim yok senden, gidebilirsin” dedim tüm cesaretimi toplayıp, bir efendi edasıyla. Cin bir süre daha inanmaz gözlerle karşımda kalakaldı, belli ki daha önce böyle bir şey gelmemişti başına, bu hiç hesapta yoktu onun için, sanki dünyayı yerinden oynat desem daha kolay bir şey istermişim gibi bakıyordu. Bir an onun adına üzüldüm, sonra kendime kızdım, o an yerin dibine girmeyi dileyebilirdim. Biraz daha bana öyle baksaydı, saçma sapan bir sürü dilek sayabilirdim, ama o tam zamanında tek kelime etmeden o küçücük, karanlık lambasına geri döndü. Ben de yatağıma. Sonradan, dilek tutmadığım için pişman olur muyum diye korkmuştum, hayatımın fırsatını mı kaçırdım diye düşündüm. Ama hiç de öyle olmadı, ondan dileyeceğim herhangi bir dilek bile beni bu yatağa geri dönmekten kurtarmayacaktı, bundan adım gibi eminim. Pardon adımı bile bilmiyorum ki ben, yıllardır kimse seslenmeyince, tüm gereksiz şeyler gibi unutmuş olmalıyım. Belki de annem bana bir isim takmamıştı, taktıysa da o isimle hiç seslenmemişti, bana sevimli ve renkli kuş adlarıyla, garip garip sıfatlarla seslenirdi hep…

Birileri gelip burada beni bulsa keşke… Kimin yolu düşer ki buralara, şöyle geçmişten kalma, adını dahi hatırlayamayacağım, ama tanıdık bir yüz çalsa kapıyı, açsam, şaşırsam, ne ilginç bir şey olurdu. Ya da şöyle güpe gündüz kendimi atı mı versem kalabalığın ortasına. Yok yok bu şimdiye kadar düşündüklerimin en korkuncu olurdu herhalde. Peki peki size itiraf etmek istiyorum –farkındaysan bu kez sana siz dedim çünkü orada birden fazla olduğunu biliyorum, ya da kişilik bölünmesi yaşıyorsun, ikimizin de bildiğini görmezden gelmenin anlamı yok, artık böyle devam edeceğim- hani en son, kalabalıklara ne zaman karıştığını hatırlamıyor, demiştim ya, aslında hatırlıyor, yani hatırlıyorum; dündü, yani en azından dün gibiydi, dün gibi hatırlıyorum, yine böyle bir gündü… Ne olursa olsun şaşırtacaktım onu, hiç yapmadığım, yapamayacağımı düşündüğüm bir şey yapacaktım, ne kadar zor da olsa dışarı çıkacaktım güpegündüz, en kalabalık olan bir saatte, en kalabalık olan bir yerlere gidecektim, insanların gözlerinin içine bakıp, ben buradayım, ben de varım diye haykıracaktım. Sonra hiçbir şey almayacağım halde en büyük, en kalabalık markete dalıp tezgahtarları oyalayacaktım. Evet aynen böyle karar verdim bir gündüz vakti. Evet evet yaptım da, bir çırpıda açıp kapımı, süzülüverdim dışarıya. Ne kadar ezici, boğucu olsa da karıştım insanların arasına. Nefesimi tutarak, azgın, kör insanların arasında yürümeye alışmak biraz zaman aldı. Alışana kadar içimden yine hiç bilmediğim bir şarkı mırıldandım. İnsanlar beni hiç görmeden üstüme üstüme yürüyüp yanımdan geçiveriyorlardı. İlginçtir küçücük bir temas, hafif bir sürtünme bile olmuyordu. Daha da ilginç olan sanki herkes sözleşmiş gibi, benim gittiğim yönün tersi istikamete gidiyorlardı, ne yöne dönersem döneyim kalabalık hep karşımdan geliyordu. Bir süre panik bir halde, ne yapacağımı bilemez bir şekilde bir sağa, bir sola, öne, arkaya, yolun bir o yerinden, bir bu yönünden yürümeyi denedim, ama boşuna, sanki ben her döndüğümde onlar da yön değiştirip yine karşımdan geliyorlardı. Hatta yolun tam ortasında durup, onları şaşırtmak için, aniden topuk dönüşü bile yaptım, bir baktım daha ben dönmeden onlar da dönüvermişler. Çaresiz yürümeye devam ettim. Karşımdan gelen azgın güruhun gözlerinin içine içine baktım, tek tek, aniden yanımdan geçip giderken yakaladığım her göze, her yüze dik dik baktım, ama kimsenin gözü, kazara da olsa, bir kere bile benim gözlerime takılmadı. Yaşlılara, bebeklere, kadınlara, erkeklere baktım durdum, içimden “heey, durun bi, ben de varım” diye bağırdım. Ama olmadı, sanki ben yokmuşum gibi akıp gidiyorlardı iki yanımdan. Sanki gerçekten yokmuşum hissine kapıldım, ya da görünmezmişim gibi geldi. Belki de gerçekten o adam gibi görünmez olmuşumdur diye düşündüm bir an, benim dünyamda böyle şeylerin olabildiğini bilmiyordum diyerek şaşırdım. Tam buna kendimi inandırmaya başladığım anda bir kedi gördü beni. Uyuşukça, başını kaldırıp, direk olarak gözlerimin içine baktı. Bana baktığından emin olabilmek için elimi salladım yüzüne doğru. Tünediği duvarın üstünden kalkıp miyavlayarak yanıma geldi, bir şeyler anlatmak istermiş gibi bacaklarıma sürtünmeye başladı, arada bir başını kaldırıp gözlerime bakıyordu. Sevinir gibi oldum. Yolumda ilerlemeye devam ettim, insanların gözlerinde bir anlam, bir yakınlık aramaktan da vazgeçmiştim o sıra, ben de onlar gibi yürüyüp geçiyordum yanlarından, hatta bir an onlarla aynı yönde gidiyormuşum hissine bile kapılmıştım, belki de onlara katılmanın sırrını çözmüştüm, kimseyi görmemek. Kendimi en onların bir parçası hissettiğim, en onlarla bütünleştiğimi hissettiğim anlarda da hiiç çaktırmadan karşımdan gelen, benim gibi bir çift göz arayan biri var mı diye kontrol etmeyi de ihmal etmedim. Yoktu. Yürürken başımı biraz kaldırınca caddelerdeki, vitrinlerdeki büyük süslü, renkli afişlere takıldı gözerim. Sanki beni çağırıyorlardı, adeta dikkatimi çekip beni bulunduğum durumdan kurtarmak ister gibiydiler, benim için orada olduklarını hissettiriyorlardı. İşte bulmuşlardı beni, “mutluluğu yakala”, “hayatını değiştir”, “yaşamın tadı”, “biz seni önemsiyoruz” gibi tamamen o an bulunduğum duruma gönderme yapıyorlardı. Belki de olmak istediğim gibi olan, gülen güzel insanlar vardı, bana, gözlerimin içine içine bakan. Sanki bana çoktan aşık olmuş gibi görünen cazibeli kadınlar vardı. Karşı konulamaz bir açlıkla gittim yanlarına. Hayatımı değiştirmek için tek ihtiyacım bir kot pantolonmuş, yırtık pırtık rengi atmış pantolonuma bakıp, “eh bir şeylerin değişebileceği kesin” diye geçirdim içimden. Hayatın tadı buz gibi bir içecekte saklıymış, nasıl bir içecek olsa gerek diye düşünmeden edemedim, hayatın tadını taşıyan bu içecek cennetten akan pınarların tadında mıydı acaba… Neyse ceplerimde bunları öğrenebilecek kadar o kağıtlardan olmadığı için, bu keşifleri başka bir zamana atacaktım. Ne güzel diye düşündüm, birileri – bu kişiler çok üstün bir yaratılışta olmalıydılar- benim hayatım boyunca düşünüp, bir türlü bir sonuca varamadığım hayatın tadını, mutluluğun sırrını bulup, benim gibi acizlere sunuyorlar. Onlar ne bilge, ne mutlu insanlardır diye imrendim onlara. Ve yolumda ilerlemeye başladım yeniden. Her köşe başında kavga eden, bağrışıp, çağrışan insanlar vardı. Onlara da imrendim bir an. Bu gerçek bir iletişim şekli olmalıydı, bu bağrışların anlamı “evet sen buradasın, ben buradayım, birbirimizin farkındayız, birbirimizle ilgileniyoruz, birbirimize bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz, birbirimizi önemsiyoruz” gösterisiydi bana göre. Bu seferinde omzuma çarpan bile olmamıştı, nasıl ben de bir kavga çıkartabilirdim ki. O an gerçekten birileriyle kavga etmeyi çok istemiştim ve bir plan kurdum, tıklım tıklım otobüsler, minibüsler yanımdan geçip geçip gidiyorlardı, içlerinde ne kadar da çok insan doluydu, büyük bir işkence olacak olsa da benim için, orada amacıma ulaşmak daha kolay olabilirdi. Zaten yürümekten ayaklarım acımaya başlamıştı çoktan. Bir durakta bekledim, bekleyen diğer insanlara bakıyordum, kavga etmek için gözüme dişli birilerini kestirecektim. Bir minibüs durdu, birbirleriyle belli mesafede bekleyen kadın-erkek, genç-yaşlı herkes, bir oyun başlamış gibi aynı anda atıldılar minibüsün kapısına, ben de atıldım, itişe kakışa, nefessiz ilk binenlerden olmayı başardım. Hamileler, yaşlılar olmasına rağmen hemen ilk boş bulduğum yere çöktüm. Göz ucuyla ayakta duranlara baktım. Birilerinin beni uyaracağını ve kavga başlayacağını hissediyordum, içte içe tatlı bir sevinç aldı beni. Zaman geçiyordu, insanlar ücretlerini ödediler, ben hiç istifimi bozmadım. Birazdan şoför kükredi “ücretler!”, bana söylüyordu, hatta dikiz aynasından dik dik sanki bana bakmıştı, hiç üstüme alınmamış gibi başımı büyük bir kibirle çevirip camdan dışarıyı izlemeye koyuldum, içimden de onu sinirlendirdiğim için kıs kıs gülüyordum, hesaplarıma göre birazdan patlaması lazımdı. Ama o sırada bir şey oldu, başkalarının kavga sırasıymış. Arkamda oturan hakim teyze –tabiî ki üstünde hakim cübbesi yoktu, hakim olduğunu birazdan tüm minibüstekilerin öğrendiği şekilde öğrenecektim- o anda ayakta duran bir kıza “ şunu uzatır mısın?” dedi, kız “anlamadım” diyerek öne doğru eğildi, ama kadının elindeki parayı görünce bir hızla anlayıp parayı aldı, ama artık çok geçti, hakim teyze, açtı ağzını yumdu gözünü “bu ne terbiyesizlik, ne dedin sen öyle, ne var uzatsan, para öyle mi alınır, bu ne gençlik, bu ne insanlık” kız terbiyesini hiç bozmadan “gerçekten anlamadığım için öyle dedim” dediyse de bu teyzeciği susturmaya pek yetmedi, kendini mahkeme salonunda sanan, mahkeme suratlı teyze, ince tiz sesiyle kalemi kırmıştı çoktan, kızı bir anda yüz kızartıcı suçlu ilan etti tüm minibüs salonuna. Kız en sonunda dayanamayıp terbiyesini bozdu “ee yeter be tamam dedik, senle mi uğraşcaz ya” dedi bir solukta, ben de soluğumu tutmuş gülümseyerek bu kavgayı dinliyordum, bir yolunu bulup karışsam mı diye hesaplarken, başkaları benden önce davrandı ve hakimi suçlu ilan ettiler. Herkes hep bir ağızdan uğuldamaya başlamıştı. Hakim teyze kendine yöneltilen suçlamalara aldırmadan kıza “ ben aynı zamanda hakimimim yerini tespit ettiririm senin, görürsün gününü aptal şey” gibi hakaret ve tehditler savuruyordu. Şoför de dayanamayıp hakim teyzeye bağırmaya başladı: “ tamam be kadın, kızcağız duymamış işte ne uzatıyon” diyerek, hapis riskini düşünmeden daldı konuya, tam da kavgacı bir tip değil herhalde diye düşünmeye başlamıştım ki tepkili olduğunu görüp sevindim ve benim sıram ne zaman gelecek diye göz ucuyla şoföre bakmayı sürdürdüm. Ortam gerginken tam sırası diye düşünerek ilk durduğu durakta hınzırca inmeye karar verdim, birkaç kişiyle birlikte ayaklandım, o anda şoför “ hey siz ücreti vermediniz” diye seslendi. Bana siz demişti, “hala kavgaya mahal vermemeye” çalışıyor dedim kendi kendime ve tam kavga etme hevesiyle merdivenlerden dönecekken, arkamdan inmekte olan bir kadının “ ayy çok pardon, bu gerginlikte unutmuşum” dediğini dehşetle işittim. İnişimi tamamladım ve beni de fark etsin diye kapının önünde dikildim bir süre, kadın ücreti ödeyip indi, kapı yüzüme kapandı, ve minibüs beni egsoz dumanına boğarak hızla yola koyuldu. Yorgun ve tükenmiş bir haldeydim. Hava kararmaya başlamıştı, kapımın önünde olduğumu fark ettim. Mutsuz ve yalnız evime girdim. Sizin anlayacağınız tüm çabalarıma rağmen hiçbir şeyi değiştiremeden, başladığım yere dönmüştüm. O yüzden tekrar aynı hatayı yapıp gündüz vakti yollara çıkamam. Belki başka bir zaman…

Bazen gece de olsa ya da gündüz tenha sokak aralarında bile önüme bakıyorum, başım hep önde, yol kenarındaki taşlara bakıyorum. Birbiri ardına sıralanmış sokak lambalarının bana en yakın olanlarına… Birkaç taneden uzağa bile değil… Başım hep önümde, hep yerlerde. Yolda ilerlerken adımlarıma bakıyorum, bastığım yerlere… İster istemez. Gözüm hep biraz önümde duran en önemsiz, en sığ ayrıntılara takılıyor. Yoruluyorum, hep aynılık, aynı sınırlılık, hep aynı kalabalık, hep aynı gereksiz ayrıntılar midemi bulandırıyor, başımı ağrıtıyor… Bunu hissettiğimde durup bir an ileriye bakıyorum, önümde tüm sonsuzluğuyla göz alabildiğince uzanan yollar… Gözlerim rahatlıyor, midem, beynim rahatlıyor, daha anlamlı şeylere yer açılıyor sanki yolumda… Sonra başımı biraz daha kaldırıp gökyüzüne bakıyorum, bakmaya çalışıyorum, içimdeki sıkışıklık çözülüyor. Ama bir adım atmaya kalksam başım öne eğiliyor ve gözlerim yakınlarımda takılacak anlamsızlıklar, sınırlar arıyor. Daha ileriye bakarak ilerleyemiyorum. Bunu fark ettiğim ilk an, önüme attığım adıma, adımımın altında kalan alana bakmamaya çalıştım. Bir süre önümde uzayıp giden ve sınırsız bir boşluğa uzanan yollara bakmaya çalıştım. Bunu sadece birkaç adım sürdürebildim, sonra gözlerim bir adım ötemdeki kaldırım taşına, attığım adımın yanında kalan taşa takıldı. Sonra bu zavallı çabalarım bana iki tekerlekli bisiklete ilk bindiğim günü hatırlattı, küçüktüm, heyecanlıydım… Yanımda kim vardı bilemiyorum, ama birisi bana “sakın önüne bakma” demişti, “ileriye bak, yola bak”, ilk zamanlar bu bana zor görünmüştü, gözlerim hep ya direksiyonda ya da yolla incecik bağlantısı olan ön tekerlekteydi. O tekerleği yolda tutmaya çalışıyordum, minicik ellerimle sımsıkı tuttuğum direksiyonu yönlendirmeye çalışırken. Onlardan emin olmadan, onları gözümle izlemeden nasıl ileriye bakabilirdim. Ama öyle olmuyordu, kural tamamen farklıydı, ellerime bakıp, direksiyona hakim olmaya çalıştıkça, yola incecik bir yerinden bağlı tekerlek bir sağa bir sola dönüyordu ve ben birkaç saniye için yerden kesebildiğim ayaklarımı yere indirmek, indirmemek için direnirsem de tüm bedenimle yerle bir olmak zorunda kalıyordum. O zamanlar küçüktüm ve cesurdum, çok kısa sürmüştü ileriye bakıp ilerlemeye başlamak. Sonra biraz daha büyüdüm, bir işe başladım, neden bilmiyorum, bir zamanlar işlerim vardı, onları yapmak için zorunluluklarım vardı… Hatırladığım, elimde bir tepsi, içinde üç dolu bardak, onları taşırmadan taşımam gerektiğini biliyorum. Taşmasınlar diye başımı kaldırıp ileriye bakamıyordum, taşmadıkların emin olmak için her an gözüm üzerlerinde olmalıydı sanki. Ama ben onları titretmemek için ne kadar çaba harcadımsa onlar o kadar fazla taştılar. Yine hatırlamıyorum yanımda kim vardı, ama birisi bana “bardaklara bakma” demişti, “sadece ileriye bak”. İlk zamanlar bu da bana zor görünmüştü, eğer onlara bakıp kontrol etmezsem nasıl emin olacaktım, taşmadıklarından… ama o zamanlar gençtim, kolay olmuştu ileriye bakıp daha hızlı ilerlemek. Şimdi hala bu kuralı öğrenemediğimi anlıyorum, hayatımda sendeleyip düştükçe, belki de yanımda bana “sadece ileriye bak” diyecek biri olmadığından. Anlamsız yerlerinde takılıyorum hayatımın, hata yapmamaya çalıştıkça daha çok sendeliyorum, hakimiyetimi kaybediyorum ve ya düşüyorum, ya şaşırıyorum, yerle bir oluyor hayatım. Artık o kadar cesur değilim sanki, ileriye bakmak daha zor geliyor, gözlerim hep anlarda takılı, ne başımı kaldırıp rahat bir nefes alıp ileriye bakarak düz yolda ilerleyebiliyorum, ne de anlardan sıyrılıp, belkilerden, keşkelerden sıyrılıp sadece ileriye bakarak yolumda ilerleyebiliyorum. Sanırım çoktandır bildiğim bu basit kuralı uygulamak şimdi eskisinden daha uzun zaman alacak…

3-Şimdiye Bileşik Zamanlar

Sıska adam, koridorda kapılara hiç bakmadan ilerlemeye başlıyor, rahat hareketlerle uçar gibi ilerliyor. Ara sıra en dikkat çeken kapılara karasızca göz ucuyla bakıyor ama hiç durmadan ilerliyor, hayatını değiştirecek yepyeni bir keşif yapmayı aklından geçiriyor o anda. “Bu kapılardan biri öyle bir yere açılacak ki, eriyip gideceğim o yerlerde, kaybolup gideceğim ve kurutulacağım bu bana ait olan ama hiç istemediğim hayattan,” diye geçiriyor aklından. Kocaman siyah demirden bir kapının önünde duruyor, başını yaslayıp içeriyi dinliyor; korkunç uğuldamalar geliyor kapının ardından, sessizce dönüp yürümeye devam ediyor. Sade, minik bir kapıya geliyor, “acaba” diye geçiriyor, hafifçe itiyor kapıyı, içeride uzun saçlı bir adamın, kocaman kırda bir kayanın üstünde oturmuş elindeki bir çiçekle şarkı söyler gibi konuştuğunu görüyor. Kapatıyor kapıyı ve koridorda ilerlemeye devam ediyor. Ne aradığını bilse belki her şeyin daha kolay olabileceğini düşünmeden edemiyor. Koridorda dalgın dalgın dolaşırken aradığının burada olamayacağına karar veriyor. Çaresizce soğuk yatağında açıyor gözlerini, her zamanki gibi…

2-di'li gemiş zamanlar ve hikayeleri

II -di’li geçmiş zamanlar ve hikayeleri

Neredeyse bomboş görünen sefil odasının ortasında durdu… Duvarların üstüne üstüne geldiğini sandı bir an. Birden başının tam üstüne kocaman bir balyoz indi, kafatasının tam ortadan ikiye yarıldığını ve yarıktan kuşların, farelerin, hamam böceklerinin fışkırdıklarını gördü. Olduğu yere yığıldı, inlemeye başladı, artık bu ağrıya dayanabilecek en ufak gücü kalmamıştı, teslim olma zamanının geldiğini düşündü. Başı sanki nemli ve küf kokan zemine yapışmış gibiydi, dümdüz olmuş bedeni evin her zerresine sinmişti sanki, evle bütünleşmişti, artık bu ağrıdan ve hissettiği bu durumdan tuhaf bir zevk almaya başlıyordu. Acıyla kırış kırış olmuş yüzünde eğreti bir gülümseme belirdi. Gülümsemesi dudaklarından gerilmiş yüz kaslarına yayıldıkça ağrı hafifledi, hafifledikçe yerini bir boşluğa bıraktı ve ağrı iyice hafifledi, boşluk hissi daha da arttı, ağrı yok oldu, yerinde uyuşmuş, karıncalanan bir yüz ve çevresinde dönen kocaman bir boşluk bıraktı. Oracıkta uyuyakalmak için bir süre hareketsiz yattı. Ne kadar yattığını, uyuyup uyumadığını bilemez bir halde zeminin ıslaklığının elbiselerinden bedenine yayıldığını titreyerek hissetti. Sarhoş gibi sendeleyerek, gözlerini hiç açmadan doğrulup, el yordamıyla bulduğu yatağına uzandı. Yattığı yerden ıslak paltosunu çıkarıp fırlattı. İstediği tek şey uyumak, uyumaktı, mümkünse aylarca uyumak istiyordu, belki de bir daha uyanması gerekmeyecekti. Uykunun ağırlığı tüm bedenine tatlı tatlı çökmüştü, o anda dünya yıkılsa kalkamayacağını hissetti. Karanlık yüzüne ışıltılı bir gülümsemenin yayıldığını hissetti, dizleri karnında, başı dizlerinde cenin pozisyonunda yatarken bedeninin henüz ana karnında, güven içinde uyuyan bir bebeğe dönüştüğünü, çırılçıplak kaldığını gördü. Çıplaklığıyla gurur duydu, gözünde yemyeşil uçsuz bucaksız kırlar belirdi. İlkbahar sabahının çiğleriyle ıslanmış taze çimenlerin üzerinde çıplak ayak yürümeye başladı, ayakların kendine ait olduğunu bildiği, yumuşak çimenlerin gıdıklayıcı, ıslak dokusunu hissettiği halde, zarif kadın ayaklarına benzetti yemyeşil çimenlerin içine batıp çıkan beyaz ayakları. Daha önce de defalarca duyduğu ve çok sevdiği kır çiçekleri kokuyordu yüzüne çarpan hafif rüzgar. Göremediği bir uzaklıkta küçük bir derenin şırıltısını dinlemeye başladı. Güneş gökyüzünde yükseldi, ince beyaz kadın kolları ısınmaya başladı, başını kaldırıp, gözlerini kısarak güneşe bakmaya zorladı kendini, çok kısa bir an görebildi bahar güneşini. Mutlu olduğunu, gülümsediğini hissetti. Yaşamanın, dünyanın ne kadar da güzel olduğunu hissetti. Bir kelebeğin peşine takıldı. Kelebeğin rengarenk kanatlarına baktı, o bu kanatlara sahip olmak, uçmaya başlamak, özgürlüğüne ulaşmak için hayatının en büyük bölümünü sürünerek, kuşlardan korkarak, o meçhul anın gelip gelmeyeceğinden kaygılanarak geçirmişti. Uçacağı günün hayaliyle sürünerek yaşamaya çalışmıştı tüm iç bulandıran çirkinliğiyle, ve o günün geleceğine inandığı için hiç vazgeçmemişti yaşamaktan ve sürünmekten… bir iki gün için olsa bile özgürce, tüm güzelliğiyle uçmayı bir martıdan daha çok hak ettiğini düşündü. Karanlık, kuytu, nemli yerlerde sürünürken başının üstünde yükselen çiçekleri görebilmeyi kim bilir ne kadar çok düşlemişti geçen hayatı boyunca, şimdi bir kanat çırpışla birinden, diğerine süzülüyordu rahatlıkla…
Sonra güneş bir bulutun arkasına saklandı, hayatı boyunca hep sürünüp hiç uçamayacak, asla güzel kanatlara sahip olamayacak olan diğer sürüngenleri düşündü, kaygılandı. Derenin şırıltısını duyamıyordu artık, rüzgarın uğultusu şiddetleniyordu kulaklarında, kadın bedeni tirtir titremeye başladı. Kırık dökük yatağının gıcırtılarıyla karanlık odasında açtı gözlerini. Niye uyanmak zorundaydı ki sanki. Niye güzel rüyalar çabuk bitiyordu ki… Gözlerini kapattı tekrar, uyumak istiyordu, minik berrak dereye ulaşmak istiyordu bu kez. Ama titremekten uyumanın imkansız olduğunu anladı, çenesi kurmalı bir oyuncak gibi takırdıyordu, bir an dişlerinin un ufak olacağından korktu. Uyuyamazdı artık. Güçlükle doğruldu yatağında, ne yapabileceğini düşündü. Godot’yu beklemeye gidebilirdi, acaba iki arkadaşı hala bekliyorlar mıydı ki, acaba hala aynı yerde miydiler, Godot’nun kim olduğunu bilmiyordu ama bu hayatta beklenmesi gereken bir şeydi kesin, bu odada yalnız beklemekten iyi olurdu onlarla beklemek, aslında çok zaman geçmişti, belki de Godot çoktan gelmiştir diye düşündü. Gitmekten vazgeçti. Ne yapabileceğini düşündü, ne yapmaya karar verirse versin hep aynı şeyleri yapıyordu ve hiçbir şey değişmiyordu. Farklı bir şeyler yapsam diye düşündü. Benden hiç beklenmeyen bir şey, yazarımın elini kolunu bağlayacak, onu şaşırtacak bir şey yapabilirim diye düşünmeye başladı gizli gizli. Düşündüğünü hiç belli etmedi, sesli düşünmeyecekti her zaman yaptığı gibi. Yapabileceği farklı bir şey bulunca da hiç çaktırmadan yapıverecekti. Ne olursa olsun kararından dönmeyecekti. Bir an güldü kendi kendine, kendini üzerinde deneyler yapılan bir laboratuar faresine benzetti; tüm koşullar hazırlanmış, tuzaklar kurulmuş olsa da, ne yapılabileceği, olasılıklar önceden belirlenmiş olsa da beynindeki küçücük bir elektrik akımı farklı bir şeyler yapma cesareti verebilir ve herkesi şaşırtabilir, tüm planları altüst edebilirdi. Bunu başarabilsem ne güzel olur diye geçirdi içinden. Bunun olma ihtimali bile muazzam bir tatmin sağlamıştı üzerinde. Keyiflendi belli etmemeye çalışarak. Çözümü bulana kadar aynı şekilde davranmalıyım, vuruş anına kadar her şey aynı olmalı diye düşündü. Karşı konulması zor olan gülme isteğini bastırmak ve hiçbir şey çaktırmamak için öksürmeye başladı, numaradan başlattığı öksürük gerçeğe dönüşüverdi ve nefes almasını güçleştiren öksürük krizine tutuldu. Bir an boğulacak gibi oldu. Odada içecek bir yudum su olmadığını ancak fark edebildi. Yaşamak için yeme içme ihtiyaçlarını nereden, nasıl karşıladığını hatırlamaya çalıştı. Dışarı çıksa… Güneş batmış, her şey uykuya dalmış mıydı acaba… Saat kaç olmuştu, ilk kez saati merak etti. Genelde zamanla pek bir işi olmamıştı. “Bir pencerem olsaydı da kapıyı açma ve insanlarla yüz yüze gelme riskinden kurtarsaydı beni” diye geçirdi içinden. Öksürükleri arasından zar zor nefes almaya çalıştı. Kapıya yöneldi. Öksürük krizi dik yürümesini engelliyordu, zaten normalde de dik yürümediğini hatırladı. Omuzlarında göremediği bir yükü varmış gibi yürürdü hep. Belki de sırtında taşıdığı, bedeniyle bütünleşmiş bir ağırlık vardı da o yüzden kendisine ait sanıyordu dik durmasını engelleyen o fazlalığı. Belki de kendisine aitti, kendisinden meydana gelmişti yükü… O zaman fazlalık sayılmazdı… Kapıyı araladı, korktuğu başına gelmişti, güneşin kör edici ışıkları gözlerini kamaştırdı, saniyenin binde biri kadar kısa sürdü sanki kapıyı açıp kapaması. Ağzından daha önce hiç kullanmadığı bir küfür savurdu, daha çok başkalarının kendisine ettiği küfürlere benziyordu bu. İnsanların içine istemeye istemeye her karıştığında, farkında olmadan rahatsız ettiği, sinir ettiği insanlar ona farklı farklı küfürler öğretmişlerdi. Kendisine küfür edilmesine alışıktı, insanların kendisini fark ettiği ve iletişime geçtiği pek nadir anlar oluyordu bunlar, bu anlarda mutlu hissediyordu kendisini. Öyle kendini beğenmiş insanlar da oluyordu ki, bazen caddede dalgın dalgın yürürken, yanlışlıkla onların omzuna çarptığında dönüp bir küfür bile etmiyorlardı. İşte onlardan nefret ediyordu en çok da. İşte bu yüzden de gündüzleri dışarı çıkmaktan kaçar olmuştu. En son ne zaman gün ışığında, kalabalıklarda dolaştığını hatırlamaya çalıştı. İnsan silsilesinin ortasında boğulur gibi olduğu birkaç anı hatırladı; gülen, somurtan, öfkeli, neşeli, güzel, çirkin, karanlık, yaralı, makyajlı suratların kendisini hiç fark etmeden üstüne üstüne geldiği birkaç anı daha hatırladı. Ama bunların tam olarak ne zaman olduğunu hatırlayamadı. Zaten zamanının da pek önemi yoktu, ne zamansa o zamandı ve sonuç hep aynıydı, tıpkı şuanda öksürükten boğulacak gibi olduğu gibi, kalabalıkların arasında boğulacak gibi oluyordu. Caddelerde, sokaklarda akan tüm o insan yığını görünümündeki yapının, sadece kendisi için, kendisini bulmayı kolaylaştırmak için kurgulanmış bir itme gücü olduğunu düşünmek de pek hoşuna gidiyordu… Ama yine de onların arasında kendisini aramak en büyük kabusu olmuştu. Baş ağrısından bile daha büyüktü, gerçi şuanda başı ağrımadığı için böyle konuşabildiğini bal gibi de biliyordu. Bu arada neyse ki öksürük krizi de atlatılmıştı, her zaman olduğu gibi. “Peki sırada hangi episod var”, dedi kendi kedine alaycı bir ses tonuyla. Kendi kendisiyle alay etmiyordu aslında, ama her şeyi de kendi kendine yaptığı için kiminle alay ettiğini de bilemiyordu.

Odanın içinde dolaşmaya başladı. Şuanda da böyle durumlarda yapabileceği tek şeyi, yapabilirdi. Nasılsa henüz kendisini bile şaşırtacak, her şeyi bir anda değiştirecek olan fikri bulamamıştı. Odanın bir duvarına monte edilmiş, tavandan çatı katına açılan kapağın altındaki demir merdivenin önünde durdu. Orayı ilk ne zaman keşfettiğini bilemiyordu. Sanki yıllarca şu yatakta uyuyup, rüya ile gerçeğin, geçmiş ile geleceğin iyice iç içe geçmeye başladığı bir anda, kalkıp çatıya açılan tavandaki o kapağın gerisinde ne olduğunu merak etmişti. Bu belki o kapağı ilk gördüğü andı, belki de bir şeylere merak duymaya başladığı ilk andı. Artık bir şeyleri bilmek ile bilmemek arasında pek fark kalmamıştı. “Belki”ler daha zengin duruyordu hayatında. Merdivenleri tırmandı, odanın tavanındaki, bedeninin ancak geçebileceği büyüklükte olan ahşap kapağı açarak karanlık çatı katına çıktı, duvardaki yerini bildiği elektrik düğmesini tek harekette buldu. Sonu görünemeyen uzunluktaki dar koridorda yakın aralıklarla sıralanmış lambalar birer birer yanıp her yeri aydınlatmaya başladı. Sonsuza uzanan koridorun iki yanında kapılar vardı; çeşitli şekillerde, boylarda, eski, yeni, modern, antik, kırık, sağlam, renkli, ahşap, demir, kilitli, aralık … Göz alabildiğine uzanan binlerce, milyonlarca kapı... Çok değişik yerlere, zamanlara, evrenlere, hayatlara açılan kapılar… Bazıları ara sıra uğramak isteyebileceği, bazıları hiç çıkmak istemediği ve bazıları da hiç girmemiş olmayı dilediği kapılardı. Mesela hafif bir ahşap çerçevesi olan, geniş, yana doğru sürülerek açılan kumaş kapı karlar ülkesinin kapısıydı. Yanındaki eski kapı cennet yoluna açılıyordu, biraz ötede zincirlerle kilitlenmiş ve dikenli tellerle örülmüş, ama tek parmakla bile açılabilen Sodom’un kocaman korkunç kapısı vardı. Hapishane kapıları da vardı, içeride aşk, yaşamak, özgürlük, matematik, politika, dostluk gibi her türden kavramın tartışıldığı seminerlere, toplantılara açılan kapılar da… Artık avunamıyordu bu kapılarla ama o anı her hatırladığında aynı heyecana kapılıyordu. İlk hangi kapıdan girdiğini, orada neler gördüğünü hatırlamıyordu. Burayı ilk keşfettiği zamanlar, kendini her yatakta uyur bulduğunda kalkıp yeni bir kapıyı zorluyordu. Bu belki de yıllarca sürmüştü. Fakat yeni kapılar da, eski kapılar da eninde sonunda kendi kapısına gelmesini ve kendisini o yatakta aynı şekilde bulmasını engelleyememişti. En sevdiği yerlerde, en sevdiği kişilerle tanıştığında bir daha oradan uzaklaşmamak için, yine kendi sefil hayatına dönmemek için çok çaba göstermişti. Hatta o kişilerden yardım istediği de olmuştu fakat onlar ona kalacak bir yer, yapacak bir şey gösterememişlerdi, kim olduğunu, nereden geldiğini, ne istediğini sormamışlardı hiçbir zaman. Tek yaptıkları kendisini tanıyormuş, orada bulunması çok normalmiş, sanki o hep varmışve hep olacakmış gibi davranmaktan ibaretti, bu yüzden davet beklemeden gidiyor, hiç de yabancılık çekmiyordu onların yanında… Zaten hepsinin kendi sorunları vardı, kendisi için yapabildikleri sadece birkaç öğüt vermekten ibaret oluyordu ki bunları da hayatında uygulamaya pek fırsat bulamıyordu. Olsun diyordu, hayatlarını bana açmaları da yeter, bana çok yakın bir tanıdık, aileden biri gibi davranmaları da yeter… Gerçi artık eskisi kadar sık gelmiyordu buraya, artık kendisi için bir şeyler yapmalıydı. Artık başkalarının hayatları ve öğütleri de yetmiyordu…

1- şimdiki geniş zamanlar

Ne kadar zaman geçti acaba, beklerken… Yapılacak o kadar da çok işim vardı ki… Ne zamandır yarım yamalak yaşıyorum… Yazamıyorum… Gittiğim yeri göremiyorum, anlatmak istediklerim de var korkmasam. Değiştiğimi duyumsuyorum artık. Önemsemiyorum eskiden önemsediklerimi… O, yalnız olduğum bir hafta ortası, çok eski zamanlarda kalan serin bahar sabahını, ağaçların kokusunu taşıyan, ürperten rüzgarla ve de sabahçı kuşların sesleriyle gidişimi hatırlayamıyorum artık. Öyle bir gün olmuştu biliyorum, bekliyorum sanıyordum ama gittiğimi görüyorum hep… Nereye doğru gitmekteydim bilmiyorum. O hafızama kazınan birkaç saniyelik anın dışına çıkamıyorum. Sürekli kendimi suçlamam da boşuna değil… Hiçbir şeyi değiştirmeye güç bulamıyorum. Uzayıp gidiyor yollar önümde. Kendim için hiçbir şey yapamıyorum. Çok düşününce, bir roman ya da film kahramanına dönüşüyorum zaman zaman, kahraman da değilim; hiçbir şeyi kurtarmadım, hiçbir şeyi düzeltmedim, bir kahramanın sahip olduğu hiçbir niteliğim de yok. Bir anti-kahraman demek daha doğru, sonuçta merkezindeyim her şeyin… Bir adama dönüşüyorum, tozlu rafların arasına sıkışmış, sayfaları yerli yersiz, anlamlı anlamsız karalamalarla dolu, üçüncü kalite karton kapağı aşınıp yırtılmış, ortalama her elli sayfasından biri kıvrılarak işaretlenmiş, yazarının adı okunamayan çok eski bir kitabın anti-kahramanı… Yorulmuş, hırpalanmış, daha doğrusu kendi kendini hırpalamış ölüme gücü yetmediği için, o kadar cesur olmadığı için… Üç noktalarla dolu bir hayatın tam ortasında… Yardım dilenmeyecek kadar da gururlu, gururu bahane ediyor tembelliği için belki de… Hayatıyla, yaptıklarıyla bir şaheser çıkaramadığı için… Aslında hiçbir şey yapamadığı için… Arada acıyor kendine, çok benimsediği ama hiç sevemediği bir odalı evi, eski, kırık dökük bir yatağı var… Uzun saatler geçiriyor yatağında, çoğu zaman kafasında uzun uzun kuruyor; yazarına seslenmeyi ve hesap sormayı kuruyor. Söyleyeceklerini, cümleleri, kelimeleri tek tek hesaplıyor, yalnızlığını soracak, zayıflığını, işe yaramazlığını, çaresizliğini, yanılışlarını, sanışlarını soracak… Ama cesaret edemiyor. Birazcık cesareti olsa varlığının nedeni soracak, kimin için oynadığını bu zavallı tek kişilik oyunu, kime ders olacak, kime bir şeyler katacak… Sırf korkusundan soramıyor, sadece bekliyor, soruların sorulacağı bir günün geleceği umuduyla…
Bazen acımasızca noktaları koyan o kaleme inat olsun, sayfalar dursun diye günlerce, hatta aylarca odasından çıkmıyor, yatağından kalkmıyor… Ama sistem çoktan kurulmuş, tıkır tıkır işliyor. Rolünü oynamaktan başka seçeneği olmadığını anlayıp düşüyor yollara, belki senaryo değişir, o da bir Don Kişot olur, deli de olsa her dilde konuşulur diye hayatı… Belki gereksiz, sadece kendi kaderine gitmesi için yoluna çıkarılmış bir karakteri yok edip bir Raskolnikov olabilir umudunu da hiç kaybetmiyor… Geceleri seviyor en çok da, herkes uykuya daldığında her şey öldüğünde, kimse gözle görülür, işe yarar bir şeyler yapmadığında, ya da yapılanlar görülmediğinde hissediyor yaşadığını… Sokak aralarındaki orospulara acımak için çıkıyor dışarı, kapanmak üzere olan salaş bir meyhanede alıyor soluğu, soluk alıp varlığını hissediyor öyle zamanlarda, bir bira söylüyor; kendi kendine kutlama yapacak, bir günün daha ölümünü kutlayacak. Barmen de uykulu, ya da sızmak üzere, bir küfür savurduğunu duyuyor adamın, nedense bu onu mutlu ediyor; birilerinin canını sıkmayı, anlamsızlığıyla, zamansızlığıyla da olsa bir tepki çekmeyi başardığı için daha da mutlu… Bir dikişte bitiriyor birasını, ikinciyi, üçüncüyü, bir yerden sonra saymayı bırakıyor, yüzü yanmaya başladıkça dumanaltı hayatını beğenmeye başlıyor. Hesabı ödüyor, içinden yazarına teşekkür ediyor o an; cebinde hep, nereden geldiğini anlayamadığı ve içki parasını ucu ucuna karşılayan kağıtlardan olduğu için. Yazarının aslında kendisini sevdiğini düşünüp gülümsüyor kendi kendine; hesap sormaktan, sorgulamaktan vazgeçmeyi düşünüyor. Bilmediği, daha önce hiç duymadığı bir şarkı mırıldanıyor, ağzından buharlar çıkarken soğuğa karşı. Daha dün kan ter içinde yazın en sıcak gününü yaşadığını hatırlayıp, bu kar kokusuna şaşırıyor, üstünde eskimiş, kışlık paltosu olduğu için kendisine de şaşırıyor. Konuşmayı çok istiyor o anda, ya da öpmeyi bir kadını, hiç bir kadını öpüp öpmediğini hatırlayamıyor, ama öpmüş olma ihtimali ağır basıyor, çünkü bu duygu ona çok tanıdık geliyor. Bir kadına sarılıp, onun yumuşacık cildini okşadığını, pembeleşmiş, sıcacık olmuş yanaklarını öptüğünü hayal ediyor, bu duyguya hiç yabancı değil… o kadının ya da kadınların kim olduklarını, ne zaman hayatına girdiklerini düşünüyor ama hatırlayamıyor, belki bunların hiçbir öneminin olmadığı bir andı… Hayatına kaç yaşında başlamıştı ki, adını soracak olsa biri cevap veremeyecekti, kimsenin ona adıyla seslenmediğini, adını bildirmediğini düşünüyor. Bunları daha önce de düşünmüştü, hem de defalarca, kendisini ne diye tanıtacağını düşünmüştü o yatakta geçirdiği aylardan birinde, kendisine bir isim aramıştı, olur ya kazayla bir gün birisi çıkıp da, onun da kim olduğunu sorabilirdi… Keşke birisi ona adını sorsaydı da o da sıralasaydı tüm sorularını; burasının neresi olduğunu, hangi zamanda olduğunu, diğer insanların isimlerinin ne olduğunu… Hiçbir şeyi bilmediği halde bu soruları nerden bildiğini, kimden öğrendiğini de bilemiyor… Bildiğini sandığı şeyleri de düşünüyor ara sıra, kendisi dışında her şeyi bildiğini varsayıp rahatlıyor, bir gün kendisini de öğrenebilir umuduyla... Tüm diğerlerini ona kim öğrettiyse bir zaman kendisini de öğretirdi… Gece sokaklar bomboş oluyor hep, bu onu gerçekten mutlu ediyor, “herkes uyuyor, onlar için hayat durdu ben ise yaşıyorum” diye seviniyor… Onlar dediklerinin hiç tanıyamadığı ve içten içe nefret duyuran bir hayranlık beslediği kişiler olduğunu biliyor aslında; sokakta yaşayan ayyaşları, başkaları rahat uyusun diye uyanık kalanları, ruhunu ve bedenini satanları saymıyor, başkaları için yaşayanları da, gündüz uyuyan köpekleri de saymıyor… Köpekleri oldu olası sevmemişti zaten, belki de korktuğu için, fakat onlardan neden korktuğunu da bilemiyor. Belki de kendisine o kadar çok benzettiği için korkuyordu, aynaya bakmaya korktuğu gibi. Evinde hiç ayna olmadığını hatırlıyor, en son aynaya ne zaman bakmıştı, hiç aynaya bakmış mıydı hatırlamıyor. Yüzünün neye benzediğini düşünüyor, yüzünü görememesi ne ilginç, diğerlerini gördüğü gibi kendi yüzünü göremiyordu, arada başka insanların gözlerinin içine bakardı, onları tanımak için, ve tanıdığını da düşünürdü, bir kuşu beslediğinde kuş bile bir parça ekmek isterken gözlerini gözlerine dikerdi… Kendi gözleri neye benziyordu acaba, diğerlerine benziyor olmalı, aşağı yukarı bütün gözler birbirine benzer ve neden kendisininkiler de bunlara benzemesindi… Hem aynaya baktığında gözlerini, diğer gözleri gördüğü gibi göremeyecekti ki… Neden kendisi dışında her şeyi bildiğini çözüyor… Kendisine her zaman yabancı kalması aslında ne kadar da doğaldı, bir aracı olmadan kişiliğini yansıtan, kendini anlatan gözlerini hiç görememişti çünkü. Sonra rahatlıyor biraz, kendisini tanıtan, tanıdığını sanan hiç kimse doğru değildi ki, kimse kendini sandığı kadar iyi tanıyamazdı. Karanlıkta çıkmaz bir sokağa daldığını fark edemiyor, çıkmaz bir sokakta durmak zorunda kalıyor… Geri dönmeli. Geri dönmek zorunda olmasına sinirleniyor, hep geri dönmek zorunda kaldığı bir yerlere gelmekte üstüne yoktu, kendini tebrik ediyor bu ne istikrar diye… Yine başı ağrımaya başlayacak, kaygılanıyor…
Başı ağrıdığında başka hiçbir şeyin önemi olmazdı, sefil hayatındaki en önemli şey başı haline gelirdi ve acı içinde inlerdi, düşünmek zorunda olduğu her şeyi bir kenara atar ve başının ağrımamasından başka hiçbir dileği olmazdı. Başının ağrısı bir geçse bir daha hiçbir şeyden şikayet etmemeye ve hayatın ne kadar güzel bir şey olduğu üzerine düşünmeye karar verirdi hep. Ağrı geçmeyip, şiddetlendiğinde ve sonra dayanılmaz bir hal aldığında, şakaklarını parmak uçlarıyla ovuştururken, bir anda bundan garip bir zevk almaya başladığını hissederdi şaşkınlıkla. Ve tam bu zevki yaşamaya karar verdiğinde aniden ağrı kayboluverirdi. Bu her zaman böyle olurdu ve bir saniyesini bile değiştirebilmeye gücü yetmezdi.
Evet, işte yine başlıyor diye kaygılanıyor… Şakaklarından, alnına yoğun bir basınç hissetmeye başlıyor, böyle anlarda gözlerinin önüne bilinci dışında anlık görüntüler gelmeye başlardı; sıkışan mengenenin arasında kafasını görüyor, alnının tam ortasına bir okun saplandığını görüyor… Bu tarz görüntüleri bazı gecelerde, korkunç ve dayanılmaz bunaltılar yaşarken de görürdü… Nefes alamadığında, kalbi bilmediği bir nedenle sıkışıp duracak gibi olduğunda, nefes almak için kendini daha da zorlaması gerektiği anlarda; elinde tuttuğu keskin kocaman bir bıçakla göğüs kafesini yardığını ve diğer eliyle kalbini söküp aldığını görürdü en çok da, sonra, muazzam büyüklükte bir şırıngayı kalbine sapladığını ve oradaki korkunç baskıyı yaratan fazlalığı çektiğini görürdü. Bunları kurgulamadığına, saniyeden bile kısa sürede bu görüntülerin kendi bilinci dışında oluştuğuna inanmıştı, gündüz düşleri gibi, çünkü o gibi durumlarda bunları kurgulayabilecek enerjisinin ve zamanının olmadığını biliyordu. Bu görüntüler aslında soyut bir şeyi somutlaştırdığı için, kendi içinde ya da dışında da olsa anlık rahatlamalar sağlardı.

Baş ağrısı henüz doruk noktasına ulaşmamıştı ve bu haliyle, buna dayanması daha da güç oluyordu, bu bazen saatler, bazen de günlerce sürebiliyordu.

Adam hemen evine gidip yatağına yatmak istiyor, karanlık sokaklarda adımlarını sıklaştırıyor… Hiç tanımadığı bir yerlerde, daha önce hiç geçmediği sokak aralarında ilerliyor, zaten her dışarı çıkışında aynı yöne de gitse hiç bilmediği, görmediği yerlere geliyordu. Bir an durup, evini bulmak için tanıdık bir yerler aramaya başlıyor gözleriyle, her şey ne kadar da yabancı. Biliyor ki şimdi eve gitmesi için saatlerce dolaşması gerekecek, kapana kısılmış vahşi, yaralı bir hayvan gibi sokaklarda oradan oraya seyirtecek ve hiç tanımadığı bir yerlerde aranırken, bir an çok iyi tanıdığı, ahşap, kilidi kırık olan kapısını görecek… Bu da hep böyle oluyordu, bu kadar yabancılığın ortasında, yaşadıkları nasıl hep aynı oluyordu, bunu da bir türlü çözememişti. Belki de evden hiç çıkmamak daha iyi olacaktı diye geçiriyor içinden. Karanlık sokakta ölgün, sarı ışıklarıyla sadece önünü aydınlatabilen zavallı sokak lambalarına bakıyor, ancak o zaman farkına varabiliyor sicim gibi, ışıkta uzayıp kısalan kesik kesik yağmur damlalarının… Bunu fark ettiğinde çoktan sırılsıklam olduğunu duyumsuyor. Kirpiklerinden yanaklarına düşen damlalar o kadar yoğun ki, başını biraz kaldırdığında gözlerini açamıyor. Bir an o kadar sessizliğin içinde korkunç bir martı çığlığıyla ürperiyor. Martı çığlıkları gece karanlığında ne kadar da ürkütücü oluyormuş diye düşünüyor… “Bu acaba Jonathan’ın sesi miydi” diye geçiriyor içinden, “hala uçmayı çok mu seviyor, fakat buralarda ne işi var”… Sadece evindeyken uyur uyanıklık arasında, işaretlenmiş bir sayfaya geldiğinde, gerçekten isterse, tozlu raflardaki diğer hayatlara süzülebiliyordu, kendi hayatından bir an uzaklaşabilmek, yeni hayatlar, farklı karakterler ve gerçek kahramanlar tanımak onu biraz kendine getirebiliyor, umutlandırıyordu. Bu gezintilerinin birinde tanımıştı uçmayı çok seven Martı Jonathan’ı, yüksek bir dağın doruğunda yan yana durmuş alabildiğine uzayan parlak mavi gökyüzünü, pamuk pamuk bembeyaz bulutları seyrediyorlardı. O, uçma tutkusundan bahsederken, heyecanlanıp bir an soruvermişti ona “ben de çok istersem uçabilir miyim?”, Jonathan “sınırlarını sırayla ve büyük bir sabırla aşmaya çalışmalısın… Sınır yok… Sen özgürsün.” demişti, bunu söylerken başını çevirip yanında duran sıska, bitkin bedene bile bakmamıştı… Ve kanatlarını açıp, masmavi gökyüzünde yükselerek gözden kaybolmuştu. O an içine bir umut dolmuştu gerçi, ama sonra onun sınır dediği şeyi düşündü, özgür olmayı düşündü, hayır bunları aşması imkansızdı, çünkü her şeyin aynı şekilde aktığı bir hayatı vardı ve tek sınırı da bu hayatı yaşamaktan başka seçeneği olmayan kendisiydi, ve zaten bunca zamandır tek yapmaya çalıştığı şey de kendisini aşmaya, atlatmaya çalışmaktı, henüz hiçbir ilerleme kaydedememişti. Karanlık sokağın ortasında yine aklına geliveriyor özgür olma düşüncesi.
Başındaki ağrı hala şiddetlenememişti ve sadece varlığını hatırlatacak kadar bir rahatsızlık veriyordu. Bir şeyleri değiştirmeye hala zamanı olduğunu düşünüyor. Sınırlarımdan kurtulacağım diye geçiriyor içinden ve bilmediği sokaklarda koşmaya koyuluyor, bir labirent gibi iç içe girmiş yüzlerce yoldan geçiyor, aynı yerlerden geçtiğini, aynı yerde döndüğünü de biliyor gerçi. Nefes nefese duruyor bir an, hava aydınlanmaya başlayacak birazdan ve birkaç saat içinde tüm bu bomboş caddeler, sokaklar insanlar ve arabalarla dolup taşacak, bu huzurlu sessizlik yerini günün huzursuzluğuna bırakacak ve tüm bunları kaldırabilecek tahammülü olmadığını biliyor. Başının ağrısı son raddeye ulaşıyor nihayet, özgürlük düşüncesi, sınırlar, aşmak, uçmak artık her şey iyice anlamsız görünüyor. Tek yapmak istediği evinin yolunu bulup; o nefret ettiği, bir şeyler üreten, tüketen, gülen, heyecanlanan, kavga eden, parfüm kokan, çok konuşan insanlar yollara dökülmeden, kendisini yatağına atabilmek oluyor... Şakakları ağrının şiddetiyle zonkluyor ve göz kapakları sökülüyormuş gibi bir acı veriyor, bu arada yağmur çoktan dinmişti ve sabah kuşları hep bir ağızdan günlük ibadetlerini yapmaya başlamışlardı. Tatlı bir sabah rüzgarıyla gözlerini biraz aralayabiliyor ve koşmaktan bitkin düşmüş titrek dizerinin üzerinde doğrulup kendi evinin kapısında olduğunu fark ediyor. Birazdan başlayacak olan kabustan bugünlük de kurtulduğu için derin bir nefes alıp karanlık evine giriyor…
İşte bu macera sonunda da her şey aynıydı, bütün farklarıyla her şeyin aynı olması yine kendisine ulaşmasını engellemişti, yine başkalarının satır aralarından keşfetmek zorunda kalacaktı dünyayı ve bilmesi gerekenleri… Oysa tek ulaşmak istediği kendi benliğiydi. Tek aşmak istediği kendi engelleriydi ve aslında tek kaçmak istediğinin kendisi olduğunu fark ediyordu her seferinde. Bu baş ağrısını da atlatacaktı bunu biliyordu, tıpkı öncekiler gibi… ama her seferinde olduğu gibi bu seferki de hiç geçmeyecek gibi hissettiriyordu kendini.

En Ağır Masallar

Hava öyle ağır ki, nefes alamıyorum. Bedenime uygulanan basınç ciğerlerimin kapasitesini küçültüyor. Varolmanın dayanılmaz ağırlığında yaşıyorum. Dayanamıyorum. Anlamsızlıkların orta yerinde bir başımayım, başım ağrıyor. Çözemediğim kaygılarım, bilemediğim sancılarım, göremediğim ellerim ağır. Ağırlık zamanın ötesinde, zamandan ayrı işliyor. Damarlarıma işliyor, ruhuma işliyor, beynime işliyor… Kimse beni tanımıyor, kendi kendimden korkuyorum, kaçamadığım nefessizlikler, ıssızlıklar başkalarının anlamsızlıklarından türüyor, hayatıma yüklenen anlamlarla. Bedenimin her bir uzvu ayrı ayrı seğiriyor. Ayrı ayrı ağırlaşıyor bacaklarım, kollarım, dudaklarım, gözkapaklarım… Göremiyorum, gülemiyorum, gelemiyorum kendime… Sabahın ayazında çıkamıyorum yollara, baştan çıkıyorum, en başa dönüyorum gecenin en ağır karanlığında. Boğazımda gizlenen bir hıçkırığın ağırlığında duyuyorum acısını gündüzlerin. Yaşamamak, yaşayamamak… Kırgınım, kızgınım çaresizliğimin, boşvermişliğimin ayrımsayamadığım küçük bir anlamına. Benimle alıp veremediğin bir şey mi var? Evet, nefesin!

Bırak kendim alıp vereyim nefeslerimi, sensiz nefes alamamak bu mu demek? Beni rahat bırak! Nasıl bırakayım, ben sen değil miyim? Hava çok ağır, havaya binlerce metal zerresi mi karışmış, ciğerlerime batan bu soğukluklar ne? Renkler de mi soğudu ne! Renklerimi kaybediyorum, renkler ağırlaşmış… Kapat gözlerimi, karanlıklarının hatırına… Hatıralarım da ağırlaşıyor. Kararıyor ellerim, beynimin ıssızlıklarında ucube bir yaratık mısın sen? Seni ben mi yarattım, beni sen yarattıysan ya da, bırak nefes alayım. Çok ağırsın…

Çok eski çağlardan kalma bir ağırlık bu, bir ağı damarlarımda dolaşan, nefesime karışan metallerden ciğerlerime dolan. Derimin altından, irinli kütlelerin kokusu yayılıyor ruhuma. Ağılaşıyor kalbim… Uzun zamandır kan kusuyorum, kalbimin odacıkları bomboş. Sistemleri zorluyor hayat sınavım. Tüm sınavlardan dünyada kaldım yine, çift dikiş kayboluyorum yarınlarımda. Sen beni anlamıyorsun. Beni anlayabilecek bir yarım saatin bile yok bu yarım yamalak yaşamımda. Çeyiz sandığımda karanlık bir dünyanın el emeği, göz nuru yanılgıları saklı… İnce ince işleniyor yalnızlığım odalarına kalbimin… Ben senin üstüne kustum mu hiç öfkemi? Gördün mü içimdeki iğrenç kendinden sapmışlığı, kendinden bıkmışlığı? Yarın yine beni soracaksın, sana bir öykü anlatacağım, anlayamayacaksın. Bekleyişlerim sana bir şey anlatamaz, öykümde bilmediğin dillerde küfürler saklı, çağlar boyu insanlığın yalnız ruhuna sinmiş küfürler… Ağzından salyalar akıtarak kaçan ama saklanamayan bir insanlığın küfürlü diliyle konuşuyorum ara sıra, bir süre kimse duymuyor, ya da dinlemiyor… Bir süre sonra ise bu dili herkes öğreniyor, bu dilde anlatılacak öykü çok. Bu dilde oynanıyor tüm yasak oyunlar. Oyunun sonunda infaz ediliyor tüm zavallı insancıklar. Oysa işledikleri tek suç yazılanı oynamaktı. Doğaçlama bile değil oysa ki, sadece yazılanlar satır satır… Ağır mı geliyor bu yaşanmış çağlar insanlığıma, kadınlığıma, erkekliğime, çolukluğuma, çocukluğuma… Ağır ağır işliyor paslanmayan demir gecenin kör karanlığında. Ama paslanıyor ağızlarda umutlar… Paslanıyor gökyüzü, paslanıyor denizler, bedenime değen metalin paslı rengi benliğime yayılıyor ağır ağır. Ağzımdaki pas kokusu bundandır. Paslanmakla da kalmıyor biliyor musun? Küfleniyor ormanlar ıraklarımda. Yaklaşamıyorum masallarıma; küfkedisi miyim ben yoksa? Yamuk prenses mi? Yamuk yumuk ellerim ayaklarım, yılık gözlerimde anlamsız bir bakış. Seni nerede bulacağımı biliyorum. Kendimi sana anlatmaktan bıktığım zaman susacağım, o zaman beni tanımayacaksın karşına çıktığımda. Bekliyor muyum sanıyorsun asırlardır uyuyarak, uyanığım aslında; beni çoktan öptü bir kurbağa, ama bir kurbağaya dönüşmedim, bir prensim de olmadı. Asırlardır uzattığım saçlarım seni mi kurtaracak beni mi bilmiyorum. Sanırım ikimizin de boynuna dolanacak en sonunda tel tel. Bekledikçe haftanın her günü bölündüm, küçüldüm, küçülerek çoğaldım, yedi cüceyim haftanın sonunda, bir adım Cuma, bir adım Cumartesi, sonra Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe… yedim de kendime benziyorum biliyor musun? Cinsiyetim yok yalnızca, aşık olamıyorum. Her günüm aynı… Bir batında yediz günüm oldu, tek yumurta yedizi, hiçbir günümü diğerlerinden ayıramıyorum, gittikçe büyüyorlar. Bu öyküler çocukçalığımda kaldı artık. İsyanlarım gibi.

Kaygısızım artık. Sana dünyamı anlatmaya geldim, asırlar önceki çocuksuluğumdan başladım ama, umarım sıkılmazsın. Bana hep aşkla ilgili öyküler armağan ettiler, büyüyünce de çekip aldılar. Aşk yok dediler, aşka takılmışlığım ondandır. Sana seslenişlerim hep ondandır. Kendi kendimi küçültüp, çoğaltmalarım ondandır. Ağır ağır yaşamam da… Aşksızlıktandır. Masalsızlıktandır. Şarkısızlıktandır. Ama sakın acıma bana. İçimde nereye gideceğini bilmeyen yollar var. Yollarımı karıştıran sisler, kara dumanlar var. Çok önemli bir misyonum da var, sakın bana acıma. Topraklarımda açık yaralar var. Meleklere kızıyorum günahlarımın hesabını tuttular diye, oysa içimde henüz yapamadığım iyilikler var. Ellerim titriyor masal kitaplarımın sayfalarını yırtarken ama hepsinin son kullanma tarihi asırlar önce geçmiş. Artık kendime yetişkinlik masalları uydurmalıyım. Kendimi yine uyutmalıyım, uyutup da yine küçültmeliyim, yeterince büyümüşüm, belki de ölmeliyim. Masallarda iyiler ölmüyor ki, melekler aleyhime şahitlik etmezse ben de ölmem belki. Bu masal dünyasında ne kadar kalırsam o kadar kirleneceğim biliyorum. Ama çıkamıyorum. İnsanlığın tüm günahlarıyla yaşamak zorundayım. Kadın da olsam, erkek de olsam kirleneceğim, kirleteceğim. İnsan mutsuzluğunu kendisi kurar. En büyük günahları masallardan çalarak bile bile yaşar. Artık meleklere günahı öğretiyoruz, melekler artık saf değil. Melekler insanlardan nefret etmiş olmalı çoktan. Dedim ya hava çok ağır, ağırlıktan kalkmıyor kollarım havaya, açılmıyor ellerim boşluğa. Ezberimdeki tüm dualar şeytanların şiiri. Kendimi ne zamandır mutsuzluğuma hapsettim bilmiyorum, nasıl senden medet umarım, bana kim yardım edebilir ki… Güçsüzüm ve bu güçsüzlüğüm ‘ben’i korkutuyor. Öyle yorgunum ki, hem bu yorgunluk için çok erken olduğunu da biliyorum. Sana ulaşmak için eski haritaları kullanıyorum ama o yollar çoktan kapanmış. Keşfetmem gereken başka yollar olmalı. Kendimden kaçmak, karanlıklarımdan kurtulmak ne kadar zor olabilir ki… Aslında belki de yapmak istediğim şey kendimden kurtulmak değil kendimi değiştirmektir. Kendimi bir değişime hazırlamam da gereksiz, zaten yıllardır hazırlanıyorum. Yapılacak şeyleri başkalarına anlatmalıyım, inanmasalar da. İmkansızlığı düşünmek istemiyorum bugünlerde, kendime acımak istemiyorum. Sana tüm inançlarımı anlatmak istiyorum, yalnız senin anlayacağını da biliyorum, çünkü yıllarca beni yaşamışsın. Sana zarar vermekten korkuyorum en çok, seni de mutsuzluğuma hapsetmekten korkuyorum, hak etmiyorsun çünkü. Bana inanmazsan eğer, beni saçmaladığıma inandırmanı umuyorum. Beni çekip almanı istiyorum tüm bu yalnızlığımdan ve yıkıcılığımdan, buna gücünün yetmesini umuyorum. Kendimden ne kadar korktuğumu, neden bu kadar korktuğumu, zayıflıklarımı sana hangi dilde anlatacağım, ortak kelime haznemiz mi var. Hem daha seni tanımıyorum bile, senin beni tanıyacağını umuyorum bir yerde karşılaştığımızda, ama ben bile kendimi tanıyamıyorum ki, belki de bundandır korkularım ve kendimden kaçışlarım. Senden de korkuyorum ama senden korkum seni tanımamamdan değil kendimi tanımamdan. Umarım sen benden korkmazsın, benim korkularım ikimize de yetecek kadar çok zaten. Hem nerden bilmiyorum ama senin benden korkmadığını biliyorum. Belki de korkulacak kadar kötü de değilimdir. Sadece anlamsızlığımda kaybolmuş gibiyim, hiçbir şeyden emin olmadığım gibi ikimizden de emin değilim. Bana “her şey çok güzel olacak” mı diyorsun, güldürme beni… ya da güldür, evet gülmek en iyisi sanırım. Tüm insanlığın beyninin kıvrımlarında pusu kurmuş bekleyen ve hep hastalıklarla beslenip büyüyen bir canavar benim benliğimde doğdu. Beynim inflak etti, kafamı toplamalıyım bir süre, tüm kirli fikirlerim dünyanın dört bir yanına yayılmıştır şimdiye kadar. Tüm savaşlarım, tüm açlıklarım, tüm acılarım dünyanın dört bir yanına sindi çoktan. Hepsi benim savaşlarım o kan kokan, ateş yağan uzak şehirlerdeki… Benim milyonlarca gözüm var, milyonlarca acı görüyorum, her biri gördükleri için tek tek oyuluyor, her oyuluşta canım acıyor. Savaşlarda kesilen milyonlarca boğazım var. Her bomba sesinde kulak zarlarım parçalanıyor, milyonlarca kulak zarı acısı… Dünyanın dört bir yanında çanlar benim için çalıyor ve selalarım okunuyor gün boyu savaş şehirlerimde, her bir ruhuma el fatiha… Milyonlarca çocuğum ağlıyor açlıktan, her birinin gözleri benim gözlerim. Yaşlarım akıyor çorak topraklara kıpkırmızı o gözlerden, o topraklarda acı yeşeriyor, hastalık bitiyor artık. Hangi dilde ağladığımı bilmiyorum. Açlıktan ölen de benim, kendimi açlığa mahkum eden de. Bomba korkusuyla karanlık sığınaklara sinen de benim, uzaklarda bomba için para basan da… O bombalarla şehirlerimi koruyan da benim, o paralarla çocuklarımı besleyen de… Her gece kan dökerek intikam alan benim, kendi kendimden… O yüzden utanıyorum, o yüzden kaçıyorum kendimden. Kendimi tanımamak için büyük çabam bu yüzden. Her dilde aynı ağlıyorum, her dinde aynı duayı ediyorum, her ten renginde aynı gülümseyiş gözlerimde. Ama her savaşta kendi bebeğimi öldürüyorum, kendi kanımı döküyorum, kendi yaramı sarıyorum, kendi insanlığımdan utanıyorum, kendimi asla affedemiyorum, kendimle başa çıkamıyorum. Dün dünyanın bir ucunda bir bacağımı kaybettim mayın tarlasında, henüz yedi yaşıma yeni basmıştım ağladım; aynı anda dünyanın diğer ucunda karımı öldürdüm benden habersiz dışarı çıktı diye kırkımı çoktan devirmiştim; aynı anda tecavüze uğradım başka bir şehirde henüz on sekiz yaşımdaydım, güzel bir kızdım, aşıktım, ağladım; aynı anda çok uzak bir şehirde son nefesimi verdim ıssız soğuk bir odada yapayalnız, artık zamanım da gelmişti, doksan altıydım; aynı anda soğuk bir mahsende kollarım bacaklarım bağlı çırılçıplak işkence gördüm, bilmediğim bir suçu üstlendim henüz yirmi beş yaşındaydım, öğrenciydim… Dün aynı anda ayrı ayrı yerlerde defalarca canım yandı, defalarca suç işledim, defalarca tecavüze uğradım, defalarca uzuvlarımı kaybettim acı içinde kıvrandım, defalarca öldürüldüm, öldüm, öldürdüm. Ama iyi şeyler de yaptım aynı anda, dünyaya bir bebek getirdim; sevdiğim kadına bir şiir yazdım; on yaşındaki çocuğuma istediği oyuncağı aldım cebimdeki son paramla; yaşlı ninemi sırtımda taşıdım hastaneye; sigarayı bıraktım yirmi yılın ardından; kitaplarımı bağışladım bir köy okuluna… Her dilde güldüm, güldürdüm… Ama yine de yetmiyorum kendime, bir yerlerim hep sızlıyor, hep kanıyor. Sen beni taşıyabilir misin, benim bir dünya dolusu sancım var, biliyorum seni de acıtıyorum, sana hep acıyı anlatıyorum, sana acıdan başka verecek bir şeylerim olduğunu mu düşünüyorsun, ben sanmıyorum.