17 Kasım 2009 Salı

1- şimdiki geniş zamanlar

Ne kadar zaman geçti acaba, beklerken… Yapılacak o kadar da çok işim vardı ki… Ne zamandır yarım yamalak yaşıyorum… Yazamıyorum… Gittiğim yeri göremiyorum, anlatmak istediklerim de var korkmasam. Değiştiğimi duyumsuyorum artık. Önemsemiyorum eskiden önemsediklerimi… O, yalnız olduğum bir hafta ortası, çok eski zamanlarda kalan serin bahar sabahını, ağaçların kokusunu taşıyan, ürperten rüzgarla ve de sabahçı kuşların sesleriyle gidişimi hatırlayamıyorum artık. Öyle bir gün olmuştu biliyorum, bekliyorum sanıyordum ama gittiğimi görüyorum hep… Nereye doğru gitmekteydim bilmiyorum. O hafızama kazınan birkaç saniyelik anın dışına çıkamıyorum. Sürekli kendimi suçlamam da boşuna değil… Hiçbir şeyi değiştirmeye güç bulamıyorum. Uzayıp gidiyor yollar önümde. Kendim için hiçbir şey yapamıyorum. Çok düşününce, bir roman ya da film kahramanına dönüşüyorum zaman zaman, kahraman da değilim; hiçbir şeyi kurtarmadım, hiçbir şeyi düzeltmedim, bir kahramanın sahip olduğu hiçbir niteliğim de yok. Bir anti-kahraman demek daha doğru, sonuçta merkezindeyim her şeyin… Bir adama dönüşüyorum, tozlu rafların arasına sıkışmış, sayfaları yerli yersiz, anlamlı anlamsız karalamalarla dolu, üçüncü kalite karton kapağı aşınıp yırtılmış, ortalama her elli sayfasından biri kıvrılarak işaretlenmiş, yazarının adı okunamayan çok eski bir kitabın anti-kahramanı… Yorulmuş, hırpalanmış, daha doğrusu kendi kendini hırpalamış ölüme gücü yetmediği için, o kadar cesur olmadığı için… Üç noktalarla dolu bir hayatın tam ortasında… Yardım dilenmeyecek kadar da gururlu, gururu bahane ediyor tembelliği için belki de… Hayatıyla, yaptıklarıyla bir şaheser çıkaramadığı için… Aslında hiçbir şey yapamadığı için… Arada acıyor kendine, çok benimsediği ama hiç sevemediği bir odalı evi, eski, kırık dökük bir yatağı var… Uzun saatler geçiriyor yatağında, çoğu zaman kafasında uzun uzun kuruyor; yazarına seslenmeyi ve hesap sormayı kuruyor. Söyleyeceklerini, cümleleri, kelimeleri tek tek hesaplıyor, yalnızlığını soracak, zayıflığını, işe yaramazlığını, çaresizliğini, yanılışlarını, sanışlarını soracak… Ama cesaret edemiyor. Birazcık cesareti olsa varlığının nedeni soracak, kimin için oynadığını bu zavallı tek kişilik oyunu, kime ders olacak, kime bir şeyler katacak… Sırf korkusundan soramıyor, sadece bekliyor, soruların sorulacağı bir günün geleceği umuduyla…
Bazen acımasızca noktaları koyan o kaleme inat olsun, sayfalar dursun diye günlerce, hatta aylarca odasından çıkmıyor, yatağından kalkmıyor… Ama sistem çoktan kurulmuş, tıkır tıkır işliyor. Rolünü oynamaktan başka seçeneği olmadığını anlayıp düşüyor yollara, belki senaryo değişir, o da bir Don Kişot olur, deli de olsa her dilde konuşulur diye hayatı… Belki gereksiz, sadece kendi kaderine gitmesi için yoluna çıkarılmış bir karakteri yok edip bir Raskolnikov olabilir umudunu da hiç kaybetmiyor… Geceleri seviyor en çok da, herkes uykuya daldığında her şey öldüğünde, kimse gözle görülür, işe yarar bir şeyler yapmadığında, ya da yapılanlar görülmediğinde hissediyor yaşadığını… Sokak aralarındaki orospulara acımak için çıkıyor dışarı, kapanmak üzere olan salaş bir meyhanede alıyor soluğu, soluk alıp varlığını hissediyor öyle zamanlarda, bir bira söylüyor; kendi kendine kutlama yapacak, bir günün daha ölümünü kutlayacak. Barmen de uykulu, ya da sızmak üzere, bir küfür savurduğunu duyuyor adamın, nedense bu onu mutlu ediyor; birilerinin canını sıkmayı, anlamsızlığıyla, zamansızlığıyla da olsa bir tepki çekmeyi başardığı için daha da mutlu… Bir dikişte bitiriyor birasını, ikinciyi, üçüncüyü, bir yerden sonra saymayı bırakıyor, yüzü yanmaya başladıkça dumanaltı hayatını beğenmeye başlıyor. Hesabı ödüyor, içinden yazarına teşekkür ediyor o an; cebinde hep, nereden geldiğini anlayamadığı ve içki parasını ucu ucuna karşılayan kağıtlardan olduğu için. Yazarının aslında kendisini sevdiğini düşünüp gülümsüyor kendi kendine; hesap sormaktan, sorgulamaktan vazgeçmeyi düşünüyor. Bilmediği, daha önce hiç duymadığı bir şarkı mırıldanıyor, ağzından buharlar çıkarken soğuğa karşı. Daha dün kan ter içinde yazın en sıcak gününü yaşadığını hatırlayıp, bu kar kokusuna şaşırıyor, üstünde eskimiş, kışlık paltosu olduğu için kendisine de şaşırıyor. Konuşmayı çok istiyor o anda, ya da öpmeyi bir kadını, hiç bir kadını öpüp öpmediğini hatırlayamıyor, ama öpmüş olma ihtimali ağır basıyor, çünkü bu duygu ona çok tanıdık geliyor. Bir kadına sarılıp, onun yumuşacık cildini okşadığını, pembeleşmiş, sıcacık olmuş yanaklarını öptüğünü hayal ediyor, bu duyguya hiç yabancı değil… o kadının ya da kadınların kim olduklarını, ne zaman hayatına girdiklerini düşünüyor ama hatırlayamıyor, belki bunların hiçbir öneminin olmadığı bir andı… Hayatına kaç yaşında başlamıştı ki, adını soracak olsa biri cevap veremeyecekti, kimsenin ona adıyla seslenmediğini, adını bildirmediğini düşünüyor. Bunları daha önce de düşünmüştü, hem de defalarca, kendisini ne diye tanıtacağını düşünmüştü o yatakta geçirdiği aylardan birinde, kendisine bir isim aramıştı, olur ya kazayla bir gün birisi çıkıp da, onun da kim olduğunu sorabilirdi… Keşke birisi ona adını sorsaydı da o da sıralasaydı tüm sorularını; burasının neresi olduğunu, hangi zamanda olduğunu, diğer insanların isimlerinin ne olduğunu… Hiçbir şeyi bilmediği halde bu soruları nerden bildiğini, kimden öğrendiğini de bilemiyor… Bildiğini sandığı şeyleri de düşünüyor ara sıra, kendisi dışında her şeyi bildiğini varsayıp rahatlıyor, bir gün kendisini de öğrenebilir umuduyla... Tüm diğerlerini ona kim öğrettiyse bir zaman kendisini de öğretirdi… Gece sokaklar bomboş oluyor hep, bu onu gerçekten mutlu ediyor, “herkes uyuyor, onlar için hayat durdu ben ise yaşıyorum” diye seviniyor… Onlar dediklerinin hiç tanıyamadığı ve içten içe nefret duyuran bir hayranlık beslediği kişiler olduğunu biliyor aslında; sokakta yaşayan ayyaşları, başkaları rahat uyusun diye uyanık kalanları, ruhunu ve bedenini satanları saymıyor, başkaları için yaşayanları da, gündüz uyuyan köpekleri de saymıyor… Köpekleri oldu olası sevmemişti zaten, belki de korktuğu için, fakat onlardan neden korktuğunu da bilemiyor. Belki de kendisine o kadar çok benzettiği için korkuyordu, aynaya bakmaya korktuğu gibi. Evinde hiç ayna olmadığını hatırlıyor, en son aynaya ne zaman bakmıştı, hiç aynaya bakmış mıydı hatırlamıyor. Yüzünün neye benzediğini düşünüyor, yüzünü görememesi ne ilginç, diğerlerini gördüğü gibi kendi yüzünü göremiyordu, arada başka insanların gözlerinin içine bakardı, onları tanımak için, ve tanıdığını da düşünürdü, bir kuşu beslediğinde kuş bile bir parça ekmek isterken gözlerini gözlerine dikerdi… Kendi gözleri neye benziyordu acaba, diğerlerine benziyor olmalı, aşağı yukarı bütün gözler birbirine benzer ve neden kendisininkiler de bunlara benzemesindi… Hem aynaya baktığında gözlerini, diğer gözleri gördüğü gibi göremeyecekti ki… Neden kendisi dışında her şeyi bildiğini çözüyor… Kendisine her zaman yabancı kalması aslında ne kadar da doğaldı, bir aracı olmadan kişiliğini yansıtan, kendini anlatan gözlerini hiç görememişti çünkü. Sonra rahatlıyor biraz, kendisini tanıtan, tanıdığını sanan hiç kimse doğru değildi ki, kimse kendini sandığı kadar iyi tanıyamazdı. Karanlıkta çıkmaz bir sokağa daldığını fark edemiyor, çıkmaz bir sokakta durmak zorunda kalıyor… Geri dönmeli. Geri dönmek zorunda olmasına sinirleniyor, hep geri dönmek zorunda kaldığı bir yerlere gelmekte üstüne yoktu, kendini tebrik ediyor bu ne istikrar diye… Yine başı ağrımaya başlayacak, kaygılanıyor…
Başı ağrıdığında başka hiçbir şeyin önemi olmazdı, sefil hayatındaki en önemli şey başı haline gelirdi ve acı içinde inlerdi, düşünmek zorunda olduğu her şeyi bir kenara atar ve başının ağrımamasından başka hiçbir dileği olmazdı. Başının ağrısı bir geçse bir daha hiçbir şeyden şikayet etmemeye ve hayatın ne kadar güzel bir şey olduğu üzerine düşünmeye karar verirdi hep. Ağrı geçmeyip, şiddetlendiğinde ve sonra dayanılmaz bir hal aldığında, şakaklarını parmak uçlarıyla ovuştururken, bir anda bundan garip bir zevk almaya başladığını hissederdi şaşkınlıkla. Ve tam bu zevki yaşamaya karar verdiğinde aniden ağrı kayboluverirdi. Bu her zaman böyle olurdu ve bir saniyesini bile değiştirebilmeye gücü yetmezdi.
Evet, işte yine başlıyor diye kaygılanıyor… Şakaklarından, alnına yoğun bir basınç hissetmeye başlıyor, böyle anlarda gözlerinin önüne bilinci dışında anlık görüntüler gelmeye başlardı; sıkışan mengenenin arasında kafasını görüyor, alnının tam ortasına bir okun saplandığını görüyor… Bu tarz görüntüleri bazı gecelerde, korkunç ve dayanılmaz bunaltılar yaşarken de görürdü… Nefes alamadığında, kalbi bilmediği bir nedenle sıkışıp duracak gibi olduğunda, nefes almak için kendini daha da zorlaması gerektiği anlarda; elinde tuttuğu keskin kocaman bir bıçakla göğüs kafesini yardığını ve diğer eliyle kalbini söküp aldığını görürdü en çok da, sonra, muazzam büyüklükte bir şırıngayı kalbine sapladığını ve oradaki korkunç baskıyı yaratan fazlalığı çektiğini görürdü. Bunları kurgulamadığına, saniyeden bile kısa sürede bu görüntülerin kendi bilinci dışında oluştuğuna inanmıştı, gündüz düşleri gibi, çünkü o gibi durumlarda bunları kurgulayabilecek enerjisinin ve zamanının olmadığını biliyordu. Bu görüntüler aslında soyut bir şeyi somutlaştırdığı için, kendi içinde ya da dışında da olsa anlık rahatlamalar sağlardı.

Baş ağrısı henüz doruk noktasına ulaşmamıştı ve bu haliyle, buna dayanması daha da güç oluyordu, bu bazen saatler, bazen de günlerce sürebiliyordu.

Adam hemen evine gidip yatağına yatmak istiyor, karanlık sokaklarda adımlarını sıklaştırıyor… Hiç tanımadığı bir yerlerde, daha önce hiç geçmediği sokak aralarında ilerliyor, zaten her dışarı çıkışında aynı yöne de gitse hiç bilmediği, görmediği yerlere geliyordu. Bir an durup, evini bulmak için tanıdık bir yerler aramaya başlıyor gözleriyle, her şey ne kadar da yabancı. Biliyor ki şimdi eve gitmesi için saatlerce dolaşması gerekecek, kapana kısılmış vahşi, yaralı bir hayvan gibi sokaklarda oradan oraya seyirtecek ve hiç tanımadığı bir yerlerde aranırken, bir an çok iyi tanıdığı, ahşap, kilidi kırık olan kapısını görecek… Bu da hep böyle oluyordu, bu kadar yabancılığın ortasında, yaşadıkları nasıl hep aynı oluyordu, bunu da bir türlü çözememişti. Belki de evden hiç çıkmamak daha iyi olacaktı diye geçiriyor içinden. Karanlık sokakta ölgün, sarı ışıklarıyla sadece önünü aydınlatabilen zavallı sokak lambalarına bakıyor, ancak o zaman farkına varabiliyor sicim gibi, ışıkta uzayıp kısalan kesik kesik yağmur damlalarının… Bunu fark ettiğinde çoktan sırılsıklam olduğunu duyumsuyor. Kirpiklerinden yanaklarına düşen damlalar o kadar yoğun ki, başını biraz kaldırdığında gözlerini açamıyor. Bir an o kadar sessizliğin içinde korkunç bir martı çığlığıyla ürperiyor. Martı çığlıkları gece karanlığında ne kadar da ürkütücü oluyormuş diye düşünüyor… “Bu acaba Jonathan’ın sesi miydi” diye geçiriyor içinden, “hala uçmayı çok mu seviyor, fakat buralarda ne işi var”… Sadece evindeyken uyur uyanıklık arasında, işaretlenmiş bir sayfaya geldiğinde, gerçekten isterse, tozlu raflardaki diğer hayatlara süzülebiliyordu, kendi hayatından bir an uzaklaşabilmek, yeni hayatlar, farklı karakterler ve gerçek kahramanlar tanımak onu biraz kendine getirebiliyor, umutlandırıyordu. Bu gezintilerinin birinde tanımıştı uçmayı çok seven Martı Jonathan’ı, yüksek bir dağın doruğunda yan yana durmuş alabildiğine uzayan parlak mavi gökyüzünü, pamuk pamuk bembeyaz bulutları seyrediyorlardı. O, uçma tutkusundan bahsederken, heyecanlanıp bir an soruvermişti ona “ben de çok istersem uçabilir miyim?”, Jonathan “sınırlarını sırayla ve büyük bir sabırla aşmaya çalışmalısın… Sınır yok… Sen özgürsün.” demişti, bunu söylerken başını çevirip yanında duran sıska, bitkin bedene bile bakmamıştı… Ve kanatlarını açıp, masmavi gökyüzünde yükselerek gözden kaybolmuştu. O an içine bir umut dolmuştu gerçi, ama sonra onun sınır dediği şeyi düşündü, özgür olmayı düşündü, hayır bunları aşması imkansızdı, çünkü her şeyin aynı şekilde aktığı bir hayatı vardı ve tek sınırı da bu hayatı yaşamaktan başka seçeneği olmayan kendisiydi, ve zaten bunca zamandır tek yapmaya çalıştığı şey de kendisini aşmaya, atlatmaya çalışmaktı, henüz hiçbir ilerleme kaydedememişti. Karanlık sokağın ortasında yine aklına geliveriyor özgür olma düşüncesi.
Başındaki ağrı hala şiddetlenememişti ve sadece varlığını hatırlatacak kadar bir rahatsızlık veriyordu. Bir şeyleri değiştirmeye hala zamanı olduğunu düşünüyor. Sınırlarımdan kurtulacağım diye geçiriyor içinden ve bilmediği sokaklarda koşmaya koyuluyor, bir labirent gibi iç içe girmiş yüzlerce yoldan geçiyor, aynı yerlerden geçtiğini, aynı yerde döndüğünü de biliyor gerçi. Nefes nefese duruyor bir an, hava aydınlanmaya başlayacak birazdan ve birkaç saat içinde tüm bu bomboş caddeler, sokaklar insanlar ve arabalarla dolup taşacak, bu huzurlu sessizlik yerini günün huzursuzluğuna bırakacak ve tüm bunları kaldırabilecek tahammülü olmadığını biliyor. Başının ağrısı son raddeye ulaşıyor nihayet, özgürlük düşüncesi, sınırlar, aşmak, uçmak artık her şey iyice anlamsız görünüyor. Tek yapmak istediği evinin yolunu bulup; o nefret ettiği, bir şeyler üreten, tüketen, gülen, heyecanlanan, kavga eden, parfüm kokan, çok konuşan insanlar yollara dökülmeden, kendisini yatağına atabilmek oluyor... Şakakları ağrının şiddetiyle zonkluyor ve göz kapakları sökülüyormuş gibi bir acı veriyor, bu arada yağmur çoktan dinmişti ve sabah kuşları hep bir ağızdan günlük ibadetlerini yapmaya başlamışlardı. Tatlı bir sabah rüzgarıyla gözlerini biraz aralayabiliyor ve koşmaktan bitkin düşmüş titrek dizerinin üzerinde doğrulup kendi evinin kapısında olduğunu fark ediyor. Birazdan başlayacak olan kabustan bugünlük de kurtulduğu için derin bir nefes alıp karanlık evine giriyor…
İşte bu macera sonunda da her şey aynıydı, bütün farklarıyla her şeyin aynı olması yine kendisine ulaşmasını engellemişti, yine başkalarının satır aralarından keşfetmek zorunda kalacaktı dünyayı ve bilmesi gerekenleri… Oysa tek ulaşmak istediği kendi benliğiydi. Tek aşmak istediği kendi engelleriydi ve aslında tek kaçmak istediğinin kendisi olduğunu fark ediyordu her seferinde. Bu baş ağrısını da atlatacaktı bunu biliyordu, tıpkı öncekiler gibi… ama her seferinde olduğu gibi bu seferki de hiç geçmeyecek gibi hissettiriyordu kendini.

Hiç yorum yok: