17 Kasım 2009 Salı

7- ölümcüller

- Kimsin sen?
- Bilmiyorum!
- Bilmiyorum, bilmiyorum… Neyi biliyordun peki, bildiğin bişey var mı?
- Bilmiyorum!
- Bilemezsin zaten, çünkü sen kendini bile tanımayan bir zavallısın.
- Hayır ben zavallı değilim.
- Evet zavallısın ve bunu bile göremeyecek kadar körsün, ya da kabul edemeyecek kadar korkak, ya da değiştiremeyecek kadar güçsüz, yani tam anlamıyla bir zavallısın.
- Yeter kes sesini.
- Neden susacakmışım. Kendinle yüzleşmeye korkuyorsun, göreceklerini kabul edemeyeceğin için gözlerini açmıyorsun, hatta seni kendine götürecek yolları bile bile es geçiyorsun ve hep yanlış sorular sorup, gerçekle yüzleşmek istemediğin için kendini oyalıyorsun.
- Hayır! Arıyorum kendimi, büyük çaba sarf ediyorum kendime ulaşmak için, ama sen hep yoluma çıkıp beni engelliyorsun, hep beni suçluyorsun, senin yüzünden güvenim kalmadı kendime.
- Güldürme beni! Bak nasıl yine bir kulp taktın kendi yanlış çabalarına. Sırf benden nefret ettiğin için, sana en acıtan gerçekleri fısıldadığım için nefret ediyorsun benden, bana kulaklarını kapatıyorsun. Beni dinlemek, duymak senin canını yakıyor değil mi? Beni susturabileceğini biliyor muydun?
- Hayır seni susturamam.
- Evet istersen susturabilirsin, ama önce dinlemen ve neden konuştuğumu anlaman gerek. Beni gerçekten bir kere bile dinleseydin, anlaman da zor olmazdı.
- Şu an seninle konuşmuyor muyum ha! Dinlemezsem nasıl konuşabilirim.
- O zaman itiraz etmeden dinleyebilmelisin, ama eminim metalin acımasız soğukluğunu hisseder hissetmez korkuyla itiraza başlayacaksın. Oysaki neşterin derinlere inmesini ve tüm o hastalıklı dokuları, tüm iğrençliğiyle göz önüne çıkarmasını bekleyebilmelisin. o derinlerdeki hastalığı göremeden nasıl temizleyebilirsin. Nasıl canın yanmadan ondan kurtulabilirsin. Yok eğer o pislikle yüz yüze gelmek istemiyorsan, onu saklamak hatta daha da kötüsü yok saymak istiyorsan tabiî ki beni her zaman susturmakta haklısın. O zaman sürekli ağlayıp, inlemekten vazgeç.
- O pislik, o hastalıklı doku demekle ne demek istiyorsun?
- Düşün biraz, biraz olsun kendini zorla. Belki özüne ait olmayan, dışarıdan gelen, hatta tümüyle temiz, zararsız görünen bir zerre. Ve onu atamıyorsun, sindirip özümseyemiyorsun ve onu özüne uydurabilmek, saklayabilmek için kendinden üzerini dokumaya başlıyorsun. Ama sen bir istiridye olmadığına göre, zamanında çıkarıp atmayı başarabilecek yetiye sahip olduğuna göre, o dokuma sonucu bir inci değil habis bir tümör oluşturuyorsun. Evet sen böyle yapıyorsun, her pisliği söküp atmak yerine, yok saymaya çalışmayı tercih ediyorsun ve şu anda, zaman içinde tüm ruhuna yayılmış olan bu tümörlerin sancılarını yaşıyorsun. Ama onları açıp bulmadan, deşip çıkarmadan bu acılardan kurtulamazsın.
- Nasıl deşeceğim, nasıl bulacağım, nereye bakacağım, ya o keskin neşterlerin acılarına nasıl dayanacağım, uyuşturulmayacak mıyım?
- Hayır bu operasyonda tek başınasın ve uyanık olmak, hatta her zamankinden de uyanık olmak zorundasın, kendi yaralarını kendin açıp, kendi acılarını kendin sarmalısın? Ve onların nerelerde olduğunu da kendin bulmalısın. Ben sadece harekete geçirici iğneyi batırırım.
- Peki başla o zaman?
- Kimsin sen?
- Bir adım olsa yeterli olur muydu bu?
- Eğer senin için yeterli oluyorsa…
- Ama bir adım yok ki benim… çok uzun zaman önce gittiğim bir yerlerde insanlar belli dönemlerde kendilerine isim seçiyorlardı, sonra da değiştiriyorlardı. Belki ben de kendi ismimi kendim seçebilirim, belki bunun zamanı gelmiştir.
- Olabilir.
- Peki kendi özgür irademle mi, özgür irade diye bir şey var mı gerçekten? Eskiden buna inanırdım ama özgürlüğümü kaybettiğimden beri, irademi de kaybettim, belki de hiçbir zaman özgür, bağımsız bir iradem olmamıştı. Kendi kararım olduğuna inandığım şeyler, kendi çabalarım sonucu ulaştığım yerler gerçekten benim özgür irademin sonucu muydu? Hayır hep o özgür sandığım irademde tamamen kendi dışımda kalan, başka şeylerin etkisi var. Hiçbir şey karar verdiğim gibi olmuyor, inatla kat ettiğim hiçbir yol istediğim yere çıkmıyor. Kusmak istiyorum. İçime sığmayan, içimin almadığı tüm iğrençlikleri kusmak istiyorum. Arınmak istiyorum, hafiflemek istiyorum. Pişmanlık duymadan yanlışlarımı kabul etmek istiyorum, bazen de bırakmak istiyorum kendimi, kendiliğinden akıp giden her şeyle akmak istiyorum. Çünkü gücüm kalmadı artık. Bu dayanılmaz sancıları çekmeye gücüm kalmadı, her şeyi hesaplayıp durmaktan bıktım artık. Neden hareketsiz durup n’olucak diye düşünmeden olacakları kabul edemiyorum.
- Bu zamana kadar yaptığın bu değil miydi?
- Sanmıyorum, eğer buyduysa neden bu kadar düşünüyorum, çabalıyorum ve kendimi rahat bırakmıyorum.
- Demek ki, yapman gereken, ya da yapmak istediğin bu değil.
- Ne istediğimi bildiğimi sanmıyorum. Bir şey istemem gerekli mi?
- İstemeseydin bunca hırpalanman neden?
- Evet neden, ne için, nereye kadar? Önümü göremeden nasıl ilerlerim, arkama bakmadan geçtiğim yolları nasıl görürüm, çevreme bakmazsam nereye geldiğimi nasıl bilirim.
- Bak o zaman.
- Bakamıyorum, o kadar kolaysa neden yapamıyorum, yapmak mı istemiyorum. Göreceğim şeylerden korkacağım için mi bakamıyorum? Neden insanlardan nefret ediyorum, neden kendimden iğreniyorum, kendimi bile bilemezken. Tabi ya bilinmeyenden korkulur değil mi? Bilmem, belki de yalnızlığımdır beni korkutan.
- Kendin seçmedin mi yalnızlığı, kendin kapanmadın mı bu odaya, kendin yalnızlığını büyük bir kibirle kabul edip herkese acımaya kalkmadın mı?
- Evet ben seçtim değil mi! Kendi bağımlı irademle.
- Neye bağımlı?
- Kendi dışımda kalanlara bağımlı olmalı, bana yapılacak en doğru şeyin kendimi herkesten soyutlamam gerektiğine inandıranlara olmalı, benim karşıma devaynasını getirip koyanlara ve bu sensin diyenlere, kendimi olduğum gibi görmeme engel olanlara bağımlı olmalı.
- Ne o yine sorumluluğu başkalarına mı yüklemeye çalışıyorsun.
- Hayır! Sadece gerçekliğime bir çerçeve çizmeye çalışıyorum, ve çerçeve benim dışımda olmalı, ben çerçevenin içinde kalmalıyım. Hayır aslında bilemiyorum, belki de şu halde olmamın sorumlusu olarak kendimi kabul etmek bana zor geliyor, eğer bunu kabul edersem kurtulmak için kendimin yeteceğini de kabul etmem gerekirdi, o zaman her uyandığımda bir mucize bekleme avuntumu da kaybetmiş olurum ki bu son zamanlarda benim yaşama gücümün son kırıntıları. Sen her fikrime karşı çıkmaktan ve sürekli soru sormaktan başka bir işe yaramıyorsun. Her konuşmaya başladığımızda bana yardım edecekmiş gibi başlıyorsun ama beni bulunduğum yerden biraz daha aşağıya batırmadan susmuyorsun, elimde kalan son çarelerimi de koparıp alıyorsun iyileştirmek adına, tutunabileceğim her çıkıntıyı budamaya ve beni çırılçıplak bırakmaya çalışıyorsun. Artık seni dinlemek istemiyorum. Söylediğin her şeyi ben zaten deneyerek geldim buralara, yoksa sen bunları nereden bilecektin. Bence senin amacın beni en dibe batırmak…
- Zaten en dipteyim demiyor muydun?
- Hala düştüğüme göre, en dibe ulaşmamışım.
- Belki de en dibe ulaşmadan yukarıya çıkış yolunu bulamayacağın içindir.
- Hayır yeter artık düşmek istemiyorum. Yeter artık düşünmek istemiyorum. Düşündükçe düşüyorum.
- Belki de düştükçe düşünmeye başladın.
- Başım ağrıyor; içimdeki seni, dışımdaki dünyayı o kadar ağır duyumsuyorum ki taşıyacak gücüm yok. Tek istediğim biraz dinlenmek, tek istediğim nefes almak. Beynim sorulara yanıt vermiyor. Uyumak istiyorum, rüya görmek…
- Yıllarca rüya görmekten başka ne yaptığını zannediyorsun.
- Belki çok şey yaptım, belki de hiçbir şey... Ama şu anda çok yorgunum. Lütfen biraz sus, lütfen biraz rahat bırak beni.
- Bunca zaman bu kadar rahat olduğun için şuanda bu durumdasın.
- Sus!
- Yanlış yerdesin.
- Yeter!
- Gözlerini açmaya cesaretin yok!
- Dinlemiyorum seni.
- Zavallı yalnız ve işe yaramaz bir adamsın, bir hiçsin!

Yatağından doğruldu adam. Şakakları zonklamaya başlamıştı çoktan ama bu sefer ki çok farklıydı, kalbi sıkışıyordu, işte yine o yumru nefes almasını engelleyip, onu boğmak için boğazındaki yerini almıştı, gözlerini bir yere odaklamaya çalışması boşuna bir çabaydı, bedeninin çeşitli yerlerinde seğirmeler hissetti. Biraz sonra infilak etmeye hazırlanıyordu sanki, beyninin içinde oradan oraya koşuşturan anlaşılmaz yan cümlecikler vardı. Tüm bedeni bir anda iflas etmiş gibi durduramadığı bir titremeye kapılmıştı. Kendini zorlayarak ayağa kalktı. Bir adım atmasıyla dizleri boşaldı, olduğu yerde, beton zemine yığılıverdi. Zangırdayan dişlerinin arasındaki yumuşaklığın dudakları olduğunu fark etmesiyle ağzına yayılan kan tadını duydu. Zeminin dayanılmaz soğukluğundan başka bir acı hissetmiyordu. Kendi cehennemini yaşadığını anladı, bundan daha büyük bedensel bir acı olamayacağına inandı, her bir kas telinin, her bir hücresinin yandığını tek tek duyabiliyordu. Dişlerinin arasındaki dudakları pelteye dönmüştü, ağzının içine sımsıcak kanın dolduğunu ve tüm bedenine kan kokusunun sindiğini fark etti. Bedeninden kan kokusuyla fışkıran her bir ter damlacığı buz tutarak tenine binlerce cam kırığı gibi saplanıyordu. Kendi sesi olduğunu ayıramadığı boğuk iniltiler kulaklarında yankılanıyordu. Parçalanmış dudaklarını büzüp germeye çalışarak iniltilere bir anlam katmayı başardı: “Yardım edin! Yardım edin bana!” bu sesin de kendi sesi olduğunu ayırt edemedi bir an; boğuk, anlaşılmaz bir fısıltıydı bu, karanlık odanın duvarlarında titreşen. “öldürün beni!” bu cümle de kendisine mi aitti, ama ortada ses de yoktu ki. Evet ölmek şu anda ne kadar iyi olurdu, ölebilmek, ruhun yanlışları yüzünden bedenin yaşadığı bu acılardan kurtulmanın tek yolu olarak görünüyordu. Hissedebildiği ve komut verebildiği kaslarını serbest bırakarak bir an titremesini durdurmayı başarıyor, ama bu sadece birkaç saniye kadar sürüyor. Bir an daha bedeninde kalan son güç zerreciklerini bacaklarında toplamaya çalıştı, kendini iterek büyük bir zorlukla yatağın yanına süründü ve kendini yukarıya çekti. Yatağı ilk defa ona bu kadar rahat geliyordu, acılarından sonunda kurtulmuştu, sessizce uykuya daldı.

- Bıktım artık bu mutsuzluktan. Artık hiç mutlu olamayacakmışım gibi geliyor, çok yoruldum. Artık mutluluğu unuttum, hiç mutlu olamayacağım.
- Olacaksın.
- Nasıl? Hep mutlu olmak istiyorum, niye insan sürekli mutlu olamıyor.
- Olamaz, sürekli bir mutluluk mümkün değil.
- Neden?
- Çünkü bir kere mutlu olduğun zaman, peşinden gelecek olan mutsuzluğa hazır olmalısın, ne mutluluk ne mutsuzluk seni şaşırtmamalı. Her mutsuzluk bir mutluluğa bağlanır. Gece ve gündüz gibi, yaz ve kış gibi…
- Neden mutsuz olmak zorundayız, hatta belki de ortada mutsuz olunacak bir şey yokken bile…
- Mutlu olmak için mutsuz da olmak zorundayız. Mutluluk güneşli günlere benzer, mutluluğun kendisi peşinden gelen mutsuzluğu hazırlar, aynı güneşin tüm sıcaklığıyla parlayarak suyu buharlaştırıp güneşsizliği hazırladığı gibi. Ve sonra o bulutlar akarken tekrar karanlık dünyana güneş doğar. Her mutluluk mutsuzluğa, her mutsuzluk mutluluğa doğru sürekli bir hareket halindedir. Tıpkı diğer her şey gibi… O yüzden mutsuz olduğun için sevinmelisin, çünkü bu demektir ki, mutluluk yakında.
- O zaman mutlu olduğumda da üzülmeli miyim, mutsuzluk yakında diye.
İçeriye dolan bir ışıkla gözlerini açmaya çalıştı, kapısı aralanmış, içeriye siyah bir silüet dolmuştu, gözlerini kamaştıran ışıktan girenin kim olduğunu göremedi. Kapı tekrar kapandı. Bu güne kadar sorgusuz sualsiz başkalarının kapılarını açıp giren hep kendisi olmuştu, şimdi bu duruma bir anlam veremedi. Rüya görüyor olmalıydı, gözlerini tekrar kapattı. Bir süre sonra alnında sımsıcak, yumuşacık bir el hissetti. Sıcacık okşayışın yok olacağından çekinerek, rüyayı sürdürmeye karar verip gözlerini açmadı. El alnından yanaklarına iniyordu. Yüzünün belirsiz bir gülümsemeyle gerildiğini hissetti. Bu içten dokunuşların sahibini görebilmek istiyordu, çekinerek, usulca açtı gözlerini, üzerine doğru eğilmiş bir meleği andıran beyaz, zarif yüzü gördü, bu yüz gülümsüyor muydu yoksa acımayla kırışmış mıydı anlayamadı. Tanıdıktı içine işleyen yumuşak bakışlar, ama kim olduğunu çıkaramadı. Konuşmuyordu, sanki nefes alıp vermiyordu bile, derinlerden gelen bir sıcaklığı vardı. Sanki başka bir dünyaya aitmiş gibi bakan ışıltılı gözlerinde bir anlam yakalamaya çalıştı. Cehennemdeki cezalarını doldurmuş cennete gitme zamanı mı gelmişti. Yoksa ölmüştü de dünyadaki cehennem hayatının ardından çoktan hak ettiği cennete mi gelmişti. Ağrı, sızı, soğuk duymuyordu artık. Tatlı bir hisle gevşemişti tüm kasları. Bir soru sorsa kaçıp gideceğinden korktu meleğin. Yumuşacık el sıcacıktı ve bedenine yavaş yavaş yayılıp tüm hücrelerine işleyen bu ayıltıcı sıcaklığın kaynağının yanağında olduğunu ayrımsadı. Melek, elini tuttu. Belli ki doğrulmasını istiyordu. Yavaşça doğruldu yatağında, artık kadını daha da net görebiliyordu, hala bir rüya olmadığını kanıtlayacak bir işaret yoktu ve adam hala onun küçük bir yanlış kıpırtıda, bir titreşimde yok oluvereceğinden korkuyordu.

Hiç yorum yok: