17 Kasım 2009 Salı

6-Üçüncü tekillerden, birinci çoğullara

Rüzgar penceremde tüm gücüyle uğulduyor; başımı döndüren, acizliğimi en çıplak haliyle yüzüme vuran uğuldama… Bu sesi saatlerce dinleyebilirim; gözle görülemeyen, elle tutulamayan muazzam bir gücün penceremden beni düelloya çağıran korkunç çığlığı… Belki de bu uğultuda beni en çok hüzünlendiren bu apaçık meydan okuma… Nasıl korkmam? Ağzında kan tadı, burnunda kan kokusuyla dünyaya yeni gelmiş, hamuru günahların en büyüğüyle yoğrulmuş ve çırılçıplak hiçliğe terkedilmiş bir yaratığa dönüştürüyor penceremdeki bu uğultu beni. Tüm yasakların en çekicisinin eseri oluyorum… Kafa tasımın içine ulaşan bu uğultu yıkıp geçiyor tüm usumu. Ve vertigo… Çevremdeki her şey ancak bu kadar sessiz ve ağır görünebilirdi. Uzaklarda bir yerlerde bir horoz uğursuz geceyi uğurluyor, ya da kovuyor, ya da feryat figan güneşi ünlüyor. Sesi, beynimin karanlık köşelerinden mi geliyor, yoksa rüzgarın uğultusundan mı… ayırt edemiyorum. Üç noktalı, henüz tamamlanmamış ya da aynen süren yaşam aralıklarımın ardından güne büyük mü başlamalıyım bilemiyorum. Bir şeylere nokta konulmadan, hele ‘vesaire’ episodunda bırakılmışsa nasıl büyünebilir ki… Vertigo… Bu küçük oda hiç bu kadar büyük ve sıkışık olmamıştı. Günlerden Perşembe olmalı. Nedenini bilmiyorum ama içimden bir an öyle geçti, belki de takvimi işaretlemeyi hiç bırakmamış bir umut var içimde, ya da kandırmaya çalıştığım bedenim hala beni şaşırtacak kadar bağlı yaşama, vücut saatim tıkır tıkır işliyor, saniye şaşmadan. Tüm bu tezlerim eğer gerçekten bugün perşembeyse doğrulanabilir. Ya değilse, o zaman nerden geldi aklıma Perşembe, en sevdiğim gün müydü? Son hatırladığım gün müydü? En çok rüzgar esen gün müydü? Perşembe nerden çıktı; hiçbir Perşembe bu kadar önemli gözükmemişti gözüme. Oysa günümün adı olmasaydı n’olurdu, zaten günlerime ad takmayı çoktan beridir bırakmıştım. İnsanın her günü aynı gün olursa ve o günü başkalarına anlatmak zorunda değilse ve o insan kendi adını bile umursamıyorsa n’olurdu… Günlerin adının olması anlamsız olurdu, zaten adı olan günler de anlamsız, günlere takılan adlar da anlamsız. Per-şem-be artık hiçbir anlamın kalmadı. Günlerimi ve saatlerimi başıboş, gereksiz bir düşünceden daha azat etmenin coşkusunu yaşıyorum, ve vertigo… Kulaklarım rüzgara direniyor, oysa küçük kör penceremi ve dilsiz kulaklarımı zorlayan rüzgar bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi… yoksa bu pencerede, bu karanlık köşelerde işi ne? Bir anlamı yoksa benim penceremde işi ne? Ne yazık ki ben anlamayınca öfkesi, şiddeti artıyor farkındayım. Şiddetlendikçe sanki bana, çok uzak diyarlardan yüklenip getirdiği lanetleri, küfürleri savuruyor. Ne gözüme ne ellerime hitap ediyor… tek muattap olduğu kulaklarım nasıl anlatabilir ona hiçbir şey anlamadığımı. İlkbahar yağmurunun ardından hafif bir esintiyle yüze çarpan ıslak toprak kokusu kime bu uğultudan daha güzel bir şeyler anlatmaz ki: yapılacak çok şey olduğunu, sevilecek okşanacak güzel kadınlar olduğunu, görülecek uzak diyarlar olduğunu, her yeni güne doğan güneşin bile farklı oluğunu, bütün günlerin bir adı, bütün adların bir anlamı olduğunu, vesaire… Çoğu zaman kendimi akıntıya karşı yüzmeye çalışan, gürül gürül akan şelalere atlaya zıplaya tırmanan bir somona benzetiyorum, nereye gidebilirim, genlerimi oluşun devamı için yeni varlığa armağan edip yokluğa mı? Ve başım dönerken bu terslikten, amacımın bilincinde miyim yoksa içgüdüsel mi bu çırpınışlarım. Güdümlendiklerim dışsal değil miydi… İşte vazgeçti rüzgar anlatmaktan hikayesini. Zaten pencerem mi vardı ki…

Kendimden şikayetçiyim duyan varsa, artık beni dilediğiniz gibi şekillendirip kullanabilirsiniz, teslim oluyorum. Karmaşanın içindeki düzeni aramayı umursamıyorum artık. Mevsimleri umursamıyorum. Ruhuma sahip olabilirsiniz ama sanışlarımı da kabul edebilir, sindirebilirseniz. Yoksa ruhumun da bir anlamı yok. Neyi önemsediğinizi bilmek isterdim, benim göremediğim neyi gördünüz, benim başaramadığım neyi başardınız bulunduğunuz yerden; neden sizin gibi düşünmek zorunda olduğumu hissediyorum hem de sizin gözlerinizi bile göremeden. Sadece anlatsanız da yetecek belki, ama susuyorsunuz. Anlamı sınırlayan kelimelerden sıyrılmış, daha yüce bir iletişim kurabilir miyiz o zaman? Ben varım. İşte buna ben dünden razıyım. Çoktandır kaybettim kelimelerin izdüşümlerini anlama yetimi. Rüzgarla konuşmaya çalışmam ondan. Belki sizinle bunu başarmam daha olanaklıdır. Yeter ki içime dönmem gerekmesin. İsyankar olduğum kadar uzlaşmacıyım da gördüğünüz gibi. Yeter ki siz biraz anlamaya çabalayın önyargılarınızı referans olarak almadan. Sizin dışınızda olarak görmeyin beni. Beni birazcık anlayabilmek için içinize bakın, belki de ben iç sesiniz olma derdindeyimdir, belki de siz olmaya çalışıyorum tüm yaşamın üçüncü tekillerden sıyrılıp, kendi tekil dünyamda. Belki sizinle çoğalma çabalarım yalnızlığımın can çekişmeleridir. Belki siz koklarsanız en sevdiğiniz çiçeği, ben duyumsarım kokusunu, belki de sevebilirim sizi. Kendime bu kadar yabancılaşmam size dönmeye çabalamamdır belki de. Belki de size dönmüşümdür çoktan… Ama bu sizli bizli olmayacak galiba, siz diyerek değil biz diyerek çoğullaşabilirim ama bu sen ve benden geçer. Başladığımız yere döndük, “Bunu da biliyordum” dersem ukalalık mı etmiş olurum. “Ben biliyordum” demek neden bu kadar eğlenceli, bazen sırf ben biliyordum demek için bile, bildiğim aynı hataları yapıyorum galiba. İşte kendimi kandırma çabalarıma en güzel örnek. Sen de hiç öyle yaptın mı? Kendini bile bile kandırarak bilmezlikten geldiğin şeyler için, sonunda “ben biliyordum” dedin mi? Biliyorum saçma! Saçmalıklarımı sana yönlendirdiğimi sanıyorsan, samimiyetimden şüphe ediyorsun demektir, en başta bilince ektiğin şüphe katil yosunlar gibi sadece kendini besleyip çoğaltmak için tüm verimli düşleri içten içe kemirir. Yeni doğmuş iletişimimize şüphe tohumları ekme, bir olup çoğalamayız. Yalnızım ve yalnızlığımdan korkuyorum, senin de yalnızlığını itiraf etmeni bekliyorum. Yalnızım demek aslında kibirlenmek, kendini yüceltmektir değil mi? Kendimi fazla mı önemsiyorum sence, ama senin de yalnızlığını belki senden de önce kabul edişim, seni de yücelttiğim anlamına gelmez mi? İnsan dibe vurmuşsa ve yalnızlığıyla avunmak istiyorsa, bu böbürlenmek de olsa, çok mu? “Kendimi kalabalıkların arasında yalnız hissediyorum” felsefesi yapmayacağım korkma. Çünkü kalabalıklardan çok uzağım, burada bu virane odada yalnızca ben varım, bir de başka bir yalnız odada senin varolduğunu düşünüyorum o kadar. O yüzden mütevazilik edip “yalnız değilim” diye beni kandırabilmen çok kolay. Sen kendini kandırmaya razıysan, buna kanmaya ben çoktan razıyım. Üstüne fazla mı geliyorum? Çabalamalarımı anlamanı diliyorum tüm kalbimle. Peki sana şunu da itiraf edeyim, “Ben yalnızım” demek de aksini söylemek kadar kendini kandırmaktır. Ya da bir çeşit savunma mekanizması diyelim: kendini en önemsiz gördüğün, en yitip gittiğin anlarda, bir refleks sonucu tutunabildiğin marazi bir çıkıntı. O yüzden hala yalnızlığı kabul etmemeni anlayabilirim. “Yeter artık” değil mi? Sana sen diye hitap edip seni “sen” yaptıktan sonra hala ne istiyorum değil mi? Değil, ne istediğimi söylemiştim, çoğullaşmak istiyorum seninle, çoğalmak istiyorum. Senin cennetine bir yılan gibi sinsi sinsi sokulup o tek ağaca ulaşmak, sana, yasak denilen o günahın tadını sunmak istiyorum. Ruhunun derinliklerinde sakladığın o en hassas, karanlıklarında gizlemeye çalıştığın o en yumuşak yerini el yordamıyla bulup, sana oradan dokunmak istiyorum, bana seni daha fazla incitmemem, kirletmem için yalvarırcasına bakmanı istiyorum. Senin şeytanın olmak istiyorum. Ben zaten cennetten kovulan şeytanın ta kendisiyim, insanoğlu yaratıldığında ben, ışıktan yaratılmış bir meleğe aşıktım, işte o zaman şimdikinden de yalnızdım, tektim, farklıydım… O bakmaya kıyamadığım güzeller güzeli saf meleğim aşağılık, aciz, pis kokular saçan, çirkin mi çirkin bir insanın karşısında eğildi, sonra o insanın hizmetine girmek zorunda kaldı. Benim güzeller güzeli göz kamaştıran meleğim. Yoksa ben niye tanrıma isyan edecektim bir insan yüzünden. Ama aşkımı, öyle eğilip zavallı bir yaratığa secde ederken görünce dayanamadım, belki ondan önce benim sıram olsaydı, aklım hiç karışmadan secde edebilirdim bile… Sen aşkı insanla mı doğdu sanıyordun, hayır aşk hep vardı, ilk ben keşfettim, aşkı insana ben öğrettim, böylece meleğimi çalan insanlarla daha kolay hesaplaşabilecektim. Ben aşka zehrimi akıttım, o yüzden güzel aşk yoktur, mutlu aşk yoktur, ben insana aşkın en dayanılmaz, en karşı konulmaz ve insanın tüm bilincini felç eden gücüyle hükmediyorum. Bir insan ne zaman ki aşka sahip olduğunu düşünüyor, o rahatlığa giriyor işte o zaman çekip alıveriyorum aşkını başka bir yere fırlatıp atıyorum, neye uğradığını şaşırıyor, can çekişiyor nasıl biranda söndü diye. Nefret ettiğim tüm insanlık tadıyor benim o en büyük isyanımı, ve dünyada herkes benim bilinmeyen zamanlar önceki isyanımı canlandırıyorlar her saniye, ve benim işlediğimden büyük günahlar işliyorlar, her saniye tekrar tekrar kovuluyorlar cennetten. Benim yaşadığım acıları yaşıyorlar, kalabalıkların arasında yalnızlığı yaşıyorlar, kimse bir diğerine gerçekten aşık olmuyor, herkes aşka aşık. O yüzden elde edemiyor, çırpınıp duruyorlar. O yüzden aşklar ulaşılmayınca, acı verince gerçekleşiyor. Artık neden acının, isyanın ve günahın aşkın özünde olduğunu, aşkla geldiğini anlamışsındır herhalde. Aşk şeytanişi. Tabi bazı insanlar bir süre uğraştıktan sonra farkına varıyorlar aşka asla sahip olunamayacağının ve pes ediyorlar. Bazıları da aşkın ulaşılmadıkça tüm heyecanıyla yaşanabileceğini anlıyor ve hiç teslim olmuyorlar peşlerinden koşana. Uzun süren aşkların sırrı da bu işte; ya dış etkenlerle ulaşamama ya da bilinçli olarak ulaşılmama, ama hepsi de aşkın en ekstrem acılarını, isyanlarını yaşamak, yaşatmak şartıyla. Ben aşkı bir meleğin ışıltılarıyla süsledim, meleğimden alabildiğim tek bir saç teliyle, bazıları ona ‘şeytan tüyü’ de diyorlar, o yüzden öyle güzel görünmesi, göz kamaştırması… O yüzden aşık olunan kişinin meleğe benzetilmesi. Ben ateşten yaratıldım, aşkta benim bir parçam, o yüzden ‘aşk ateşi’ diyorlar yaşayanlar… Sevgi öyle değildir, onun benimle bir alakası yoktur, sevgi durağandır, uç noktalarda, taşkın tutkular, kendinden geçiren hazlar içermez, ayakları yerden kesmez, sevgi herhangi bir karşılık beklemez. Sevgi meleklerden gelir, koşulsuz, günahsızdır, isyan etmez. Sevgi yıkıcı değil yapıcıdır, uçucu değil, kalıcıdır… “Allah aşkına” dedirttim insanlara, buna ben bile şaştım kaldım. Öyle diyenler, aşkın özündeki isyan günahıyla gözleri kör olup, aşkın gerekleriyle akılları başlarından gidip, Allah adına en büyük günahları işlediler; öldüler, öldürdüler, isyan ettiler ve aşkla bunları yaptılar, şeytanın silahlarıyla Allah için savaştıklarını sandılar. Aşktı onların vecd ile Allah adına diye diye yaptıkları yıkımların sebebi. Üstelik apaçık, Allah için de değil, karşılıksız da değil; yani sadece o benim aşkla kaybettiğim cenneti kazanmak uğruna aşk ile savaştılar. Onlar daha da büyük günahkarlar. İnsan aklı gerçekten çok tuhaf, aslında secde etmem gerektiğini zaman zaman kabul ediyorum, insanlar benim öğrettiklerimle benden daha büyük günahlar üretecek kadar benden de üstün ve cesur olduklarını gösterdiler. Sana iki sır verdim işte, gerçek aşkın ve cennetin sırrını. Dilediğini seçmekte özgürsün. Ama gerçek aşkı istiyorsan, gereklerini yerine getirip cennetten vazgeçmelisin, ikisi bir arada olmaz, ben bizzat denedim…Dedi yalnızlığında yaşadığı cehennem azabıyla, şeytanlığı bile kabul eden çaresiz adam. Soğuk yatağına uzanıp gözlerini sımsıkı kapattı. Aşka da şeytana da inanmamıştı aslında hiçbir zaman. Sadece yazarına inanmıştı, tüm diğer insanlarla, kendi dışında kimseyle alakası olmayan, hatta belki de kendisinin yarattığı yazarına… Yazarın karakteri yarattığı kadar, karakter de yazarını yaratıp hayatını şekillendirebilir diye düşündüğü, kendini güçlü ve bağımsız hissettiği zamanlar da olmuştu. Derin bir iç geçirdi. Son zamanlarda benliği tam ortadan ikiye ayrılmıştı. Kendi zayıf bedeninin yarısı kadar iki ayrı beden… sürekli birbirine saldıran, acıyan, birbirini aşağılayan, suçlayan birbirine bağımlı iki ayrı bedeni vardı artık. İkisinin de iki ayrı ruhu vardı, birbirine hiç benzemeyen ama birbirine bağlı iki ayrı ruh…
- Kimsin sen?

Hiç yorum yok: