17 Kasım 2009 Salı

4-En Gizli Özne

IV En Gizli Özne…

Adamın, ruhunun çok derinlerinde bir yerde canı acımaya başlıyor… Adamın mı? Evet adam, ince titrek bedini daha çok unutulmuş, belki de keşfedilmemiş bir yerlerdeki, kime ait olduğu belli bile olmayan bir iskelete benzeyen adam, evet sapına kadar adam, sap gibi kupkuru, kapkara bir adam… ama sen de bal gibi biliyorsun ki o adam benim. Hayatımdan bıktığım, daha doğrusu kendimden sıkıldığım zamanlarda sık sık kendimden üçüncü tekil şahıs olarak bahsederim, belki de dördüncü, ya da beşinci tekil şahıs... Ama benim, işte o yalnız, yanılmış, tükenmiş adam, benim, bütün o edimlerin sahibi, gizli öznesiyim hayat hikayelerimin. Gizli gizli de olsa ben yapıyorum her şeyi, ben düşünüyorum, ben ağlıyorum, ben boş veriyorum, ben kaçıyorum, ben yakalanıyorum, ben acı çekiyorum, ben acı nedir biliyorum, çoğu zaman da ben isyan ediyorum gücümün yetmediklerine. Bazen de işte kendimden öteki olarak bahsedip, kendimi anlatmaya, daha doğrusu anlamaya, daha da doğrusu aldatmaya çalışıyorum. Dışına çıkıyorum hayatımın, hayatıma başka birinin gözünden bakmaya çalışıyorum, hayatımın dışına asla çıkamayacağımı bilsem bile, en azından deniyorum, bu beni rahatlatıyor. Sen de, seni rahatlatacak olan başkalarının acılarını dinleyip bundan sadistçe bir zevk alıyorsun, bu kez ben sana bu zevki yaşatıyorum, bak bu gereksiz hayatta tek işe yaramaz sen değilsin diyorum sana, sen de istediğinin aslında bu olmadığını düşünüyorsun, bu kez biraz rahatsız oluyorsun, belki bundan da ben zevk alıyorumdur… Evet evet alıyorum, senin de başkalarının kapılarını sorgusuz sualsiz, çalmadan açıp girdiğini biliyorum ya, bunu sen de biliyorsun, işte oralarda avutmaya çalışıyorsun kendini. Ama orada dur birazcık; dünyada ya da evrende şu anda senin durduğun yerde senin dışında kimse yok, dünya ve tüm diğerleri senin durduğun yerden ancak senin gördüğün şekilde görülebilir ve bunu ancak sen görebilirsin ve dünyada tek bir kişi de yoktur senin bulunduğun yeri bilip sana anlatabilecek, bunu ancak sen yapabilirsin… Tüm sınırlarıyla orası sana ait. İstersen başkalarının nereden baktığını, ne gördüğünü anlayabilirsin eğer anlatıyorlarsa ama sen asla orada olamazsın. Bulunduğun noktadan dünyanın nasıl göründüğünü de ancak sen anlatabilirsin. Ve asla bu diğerlerine benzeyemez. Yani kendini sana başkalarının anlatmasını bekleme, başkalarının yaşadıklarını da kendi dünyan zannetme. Bu açıdan sen bu dünyada teksin, tüm diğerleri gibi. Aslında seni hiç görmediğimi, aslında şuanda seninle konuşmadığımı da çok iyi biliyorsun, ama ben sadece, belki de bilinçsizce sen kelimesini kullandığım için, üstüne alınmak istiyorsun. Ama düşün bi ben seni görmüyorum ki, benim acılarımdan zevkler, dersler almaya çalışan bir kişi olarak kurduğum için seni, biraz nefret de ediyorum senden. Ne bekliyorsun benden, sana kendi sanışlarımdan başka ne sunabilirim ki, hani o tuhaf zevki almak dışında bir beklentin varsa diye söylüyorum. Sen bir zavallısın, belki de duymak istediğin şey buydu, şimdi bir bak bakalım hayatına, eminim istemediğin bir hayatı yaşamak zorundasın, ama bunu sorgulamaktan kaçınacak kadar da korkaksın. İsteğin dışında kaç kişinin sorumluluğunu üstlendin, bunları sen mi kabul ettin yoksa toplumsal bir manyetik güç mü seni bunlara çekti, fizik kanunları kadar kanuni bir legallikle. Ve sen hayatın boyunca belki de bunların asla sorgulanamayacak kutsal doğrular olduğunu düşündün. Belki şimdi itiraz ediyorsun, o zaman şöyle bir düşün, seni istemediğin şeyleri yapmaya zorlayan, aşık olmaya, neslini sürdürme içgüdüsüyle bu çöplüğe, hiçliğe bir armağan olarak bir canlı doğurmaya ve sonra da her şey ne kadar da yolunda diye sevinmeye zorlayan koşulları bir düşün. Hangisine gerçekten inanıyorsun, gerçekten iyi bir şeyler yaptığına inanıyor musun? Ama sakın yakınma bulunduğun yerden, yaptıklarının aksini yapsaydın zaten yaşamak için direnmek için bir sebebin olmazdı. Senin için bunlar yaşamın nedenleri. Bak seni ne kadar iyi tanıyorum. Kendini kandırma çabalarını çok iyi anlıyorum, tutunmak zorundasın nihayetinde bir yerlere, anlamsızlığın karmaşasında bir güven duyma ihtiyacın var, her şeyi sorgulayıp mutsuzluğa gömülmektense, koşulsuz sana dayatılanlara boyun eğmek belki de çok daha büyük bir erdemdir. Belki de bunları kabul ettiğin için güçlü çoğunluktansın ve de güçlüsün, bununla gurur duymanı büyük bir anlayışla karşılıyorum. Tabi hayatını en iyi sen bilebilirsin, bunlar benim bulunduğum yerden görünenler. Aslında empati kurmakta benim üstüme yoktur, bak aniden nasıl da döndüm. Ben dönek biriyim anlamış oldun. Ama utanmıyorum bu halimden de, utanma duygumdan bilemediğim zamanlar önce kurtulmuş olmalıyım. Öyle bir duygulanım biraz fazla lüks kaçıyor bu sefil hayatıma. Birilerinin bana “utanmaz arlanmaz” dediğini hatırlıyorum, bu annem de olabilir. Anneler her zaman haklıdır zaten. Annemin beni tanıdığını zannetmiyorum, bana sadece vücudunun uzuvlarından biri olarak bakıyor. Elleri, bacakları, burnu, göğüsleri gibi mesela… Belki de böyle bakmakta haklıdır, belki de öyledir, ben hala annemin vücudunun bir parçasıyımdır, vücuttan ayrılarak yaşayan bir uzuvumdur. Onun yine de beni kendinden ayrı bir varlık olarak göremediğinden eminim. Benim bazı yönlerimi beğenmiyor olabilir, beni kendisine yakıştırmıyor da olabilir, ama yamuk olduğu için bir bacak kesilip atılamaz ya yürüyor sonuçta… Benden vazgeçmeyi düşünebileceğini hiç sanmıyorum. Ben onun bu dünyaya uzanan bir uzvuyum, görevim ise onun genlerini bir süre daha bu dünyada tutmak, belki de geleceğe doğru uzatmak, bunun dışında bir şeyin önemi yok, dünyanın en aşağılık insanı da olabilirim artık, o nasılsa bunu görmeyecek. Ben annemin bu dünyadaki en gizli öznesiyim… Kendisi de bilmiyor.

Neyse evet çatı katı da elendiğine göre, ne yapacağım şimdi. Lambadaki cin olsam insanlar benden ne dilerdi acaba. Kapılardan birinde tanışmıştım o cinle, önüne gelen herkesin üç dileğini yerine getiriyordu… Bir gün gizlice lambayı çaldım, elime alıp onu bir güzel ovuşturup parlattım, içinden şişko, kısa yelekli, kel ve kocaman bir cin çıktı: “dile benden ne dilersen” dedi. Saatlerce düşündüm karşısında, ara sıra beklemekten sıkılıp sıkılmadığını anlamak için yüzüne baktım kaçamak, o aynı ciddi yüz ifadesiyle gözlerini dikmiş bana bakıyordu, ben düşünüyordum. Bir anda milyonlarca dilek geldi aklıma, ilk üçünü sıraya koymaya çalışmam da günler aldı, cinim hala sabırla bekliyordu, tabi bekleyecekti, onun görevi buydu, sormuştu bir kere dileklerimi ve ben dileyinceye kadar da beklemek zorundaydı, bana hizmet etmek zorundaydı. Bir arkadaş dilesem diye düşünmüştüm, şöyle ben isteyince gelip beni oyalayacak, ben yalnız kalmak istediğimde de çekip gidebilecek bir arkadaş, bir dost… Dostluğun karşılıklı olması gerektiğini, bir çeşit alış veriş olduğunu çoktan öğrenmiştim. Alınabilecek çok şeyler bulabilirdim bir dosttan ama vermeye yanaşmak istemiyorum, verebilecek bir şeylerim olduğunu da sanmıyorum zaten. Benden bir şey istemeyecek bir arkadaş da bir arkadaş olamazdı, arkadaşlığın, dostluğun doğasına aykırıydı bu, aksini iddia etmek de ancak saflık olur. Bir şeyler vermeyeceğim, veremeyeceğim bir arkadaş bana arkadaşlık yapamaz. Sonra bir aşk dilesem dedim, daha önce gördüğüm her kadına aşık olduğumu hatırladım, yuvarlak hatları olan, ince, kırılgan, acılı bakışlı kadınlardı, hepsi başka başka erkeklere aşık olup intihar ettiler. Aşk bana göre değildi. Ölümü dilemeyi düşündüm, sonra saçma olduğunu fark ettim, eğer gerçekten dilediğim o olsaydı cine ihtiyacım yoktu ki, birkaç saniyelik işti, incecikti yaşama bağlı olduğum ip, kendi kopmadan koparmak ise çocuk oyuncağıydı, ama nasıl o kadar sağlam olduğunu defalarca düşünmüştüm nefret ettiğim hayatım boyunca, koparamamıştım. Dilek tutmaktan vazgeçtim, korkmaya başladım cine hiç dilek tutmak istemediğimi söylemeye. O kadar beklemişti sabırla, ya peşimi bırakmazsa diye korktum, ya illa üç dilek tutmak zorunda kaldıysam o lambaya sahip olduğum için. Birkaç gün de hiç dileğimin olmadığını nasıl söylesem diye düşündüm. Ara sıra uykuya dalıp rüyalar gördüm, her uyandığımda onu karşımda, kollarını göğsünde kavuşturmuş sabırla beklerken buldum. Dilekler saçma şeylerdi, cine bunlarla uğraşmaması gerektiğini, insanların elde ettiği hiçbir şeyin asıl diledikleri şey olamayacağını, gerçek dileklerin ise aslında hiçbir zaman gerçek olamayacağını nasıl anlatacağım üzerinde düşündüm. Hayatının anlamı olan, var olma sebebi olan görevini aslında asla yapamadığını, yapamayacağını ona nasıl anlatabilirdim ki. Dilek tutma olayı kabusa dönüşmeye başlamıştı benim için. “Geldiğin için sağol, bir dilediğim yok senden, gidebilirsin” dedim tüm cesaretimi toplayıp, bir efendi edasıyla. Cin bir süre daha inanmaz gözlerle karşımda kalakaldı, belli ki daha önce böyle bir şey gelmemişti başına, bu hiç hesapta yoktu onun için, sanki dünyayı yerinden oynat desem daha kolay bir şey istermişim gibi bakıyordu. Bir an onun adına üzüldüm, sonra kendime kızdım, o an yerin dibine girmeyi dileyebilirdim. Biraz daha bana öyle baksaydı, saçma sapan bir sürü dilek sayabilirdim, ama o tam zamanında tek kelime etmeden o küçücük, karanlık lambasına geri döndü. Ben de yatağıma. Sonradan, dilek tutmadığım için pişman olur muyum diye korkmuştum, hayatımın fırsatını mı kaçırdım diye düşündüm. Ama hiç de öyle olmadı, ondan dileyeceğim herhangi bir dilek bile beni bu yatağa geri dönmekten kurtarmayacaktı, bundan adım gibi eminim. Pardon adımı bile bilmiyorum ki ben, yıllardır kimse seslenmeyince, tüm gereksiz şeyler gibi unutmuş olmalıyım. Belki de annem bana bir isim takmamıştı, taktıysa da o isimle hiç seslenmemişti, bana sevimli ve renkli kuş adlarıyla, garip garip sıfatlarla seslenirdi hep…

Birileri gelip burada beni bulsa keşke… Kimin yolu düşer ki buralara, şöyle geçmişten kalma, adını dahi hatırlayamayacağım, ama tanıdık bir yüz çalsa kapıyı, açsam, şaşırsam, ne ilginç bir şey olurdu. Ya da şöyle güpe gündüz kendimi atı mı versem kalabalığın ortasına. Yok yok bu şimdiye kadar düşündüklerimin en korkuncu olurdu herhalde. Peki peki size itiraf etmek istiyorum –farkındaysan bu kez sana siz dedim çünkü orada birden fazla olduğunu biliyorum, ya da kişilik bölünmesi yaşıyorsun, ikimizin de bildiğini görmezden gelmenin anlamı yok, artık böyle devam edeceğim- hani en son, kalabalıklara ne zaman karıştığını hatırlamıyor, demiştim ya, aslında hatırlıyor, yani hatırlıyorum; dündü, yani en azından dün gibiydi, dün gibi hatırlıyorum, yine böyle bir gündü… Ne olursa olsun şaşırtacaktım onu, hiç yapmadığım, yapamayacağımı düşündüğüm bir şey yapacaktım, ne kadar zor da olsa dışarı çıkacaktım güpegündüz, en kalabalık olan bir saatte, en kalabalık olan bir yerlere gidecektim, insanların gözlerinin içine bakıp, ben buradayım, ben de varım diye haykıracaktım. Sonra hiçbir şey almayacağım halde en büyük, en kalabalık markete dalıp tezgahtarları oyalayacaktım. Evet aynen böyle karar verdim bir gündüz vakti. Evet evet yaptım da, bir çırpıda açıp kapımı, süzülüverdim dışarıya. Ne kadar ezici, boğucu olsa da karıştım insanların arasına. Nefesimi tutarak, azgın, kör insanların arasında yürümeye alışmak biraz zaman aldı. Alışana kadar içimden yine hiç bilmediğim bir şarkı mırıldandım. İnsanlar beni hiç görmeden üstüme üstüme yürüyüp yanımdan geçiveriyorlardı. İlginçtir küçücük bir temas, hafif bir sürtünme bile olmuyordu. Daha da ilginç olan sanki herkes sözleşmiş gibi, benim gittiğim yönün tersi istikamete gidiyorlardı, ne yöne dönersem döneyim kalabalık hep karşımdan geliyordu. Bir süre panik bir halde, ne yapacağımı bilemez bir şekilde bir sağa, bir sola, öne, arkaya, yolun bir o yerinden, bir bu yönünden yürümeyi denedim, ama boşuna, sanki ben her döndüğümde onlar da yön değiştirip yine karşımdan geliyorlardı. Hatta yolun tam ortasında durup, onları şaşırtmak için, aniden topuk dönüşü bile yaptım, bir baktım daha ben dönmeden onlar da dönüvermişler. Çaresiz yürümeye devam ettim. Karşımdan gelen azgın güruhun gözlerinin içine içine baktım, tek tek, aniden yanımdan geçip giderken yakaladığım her göze, her yüze dik dik baktım, ama kimsenin gözü, kazara da olsa, bir kere bile benim gözlerime takılmadı. Yaşlılara, bebeklere, kadınlara, erkeklere baktım durdum, içimden “heey, durun bi, ben de varım” diye bağırdım. Ama olmadı, sanki ben yokmuşum gibi akıp gidiyorlardı iki yanımdan. Sanki gerçekten yokmuşum hissine kapıldım, ya da görünmezmişim gibi geldi. Belki de gerçekten o adam gibi görünmez olmuşumdur diye düşündüm bir an, benim dünyamda böyle şeylerin olabildiğini bilmiyordum diyerek şaşırdım. Tam buna kendimi inandırmaya başladığım anda bir kedi gördü beni. Uyuşukça, başını kaldırıp, direk olarak gözlerimin içine baktı. Bana baktığından emin olabilmek için elimi salladım yüzüne doğru. Tünediği duvarın üstünden kalkıp miyavlayarak yanıma geldi, bir şeyler anlatmak istermiş gibi bacaklarıma sürtünmeye başladı, arada bir başını kaldırıp gözlerime bakıyordu. Sevinir gibi oldum. Yolumda ilerlemeye devam ettim, insanların gözlerinde bir anlam, bir yakınlık aramaktan da vazgeçmiştim o sıra, ben de onlar gibi yürüyüp geçiyordum yanlarından, hatta bir an onlarla aynı yönde gidiyormuşum hissine bile kapılmıştım, belki de onlara katılmanın sırrını çözmüştüm, kimseyi görmemek. Kendimi en onların bir parçası hissettiğim, en onlarla bütünleştiğimi hissettiğim anlarda da hiiç çaktırmadan karşımdan gelen, benim gibi bir çift göz arayan biri var mı diye kontrol etmeyi de ihmal etmedim. Yoktu. Yürürken başımı biraz kaldırınca caddelerdeki, vitrinlerdeki büyük süslü, renkli afişlere takıldı gözerim. Sanki beni çağırıyorlardı, adeta dikkatimi çekip beni bulunduğum durumdan kurtarmak ister gibiydiler, benim için orada olduklarını hissettiriyorlardı. İşte bulmuşlardı beni, “mutluluğu yakala”, “hayatını değiştir”, “yaşamın tadı”, “biz seni önemsiyoruz” gibi tamamen o an bulunduğum duruma gönderme yapıyorlardı. Belki de olmak istediğim gibi olan, gülen güzel insanlar vardı, bana, gözlerimin içine içine bakan. Sanki bana çoktan aşık olmuş gibi görünen cazibeli kadınlar vardı. Karşı konulamaz bir açlıkla gittim yanlarına. Hayatımı değiştirmek için tek ihtiyacım bir kot pantolonmuş, yırtık pırtık rengi atmış pantolonuma bakıp, “eh bir şeylerin değişebileceği kesin” diye geçirdim içimden. Hayatın tadı buz gibi bir içecekte saklıymış, nasıl bir içecek olsa gerek diye düşünmeden edemedim, hayatın tadını taşıyan bu içecek cennetten akan pınarların tadında mıydı acaba… Neyse ceplerimde bunları öğrenebilecek kadar o kağıtlardan olmadığı için, bu keşifleri başka bir zamana atacaktım. Ne güzel diye düşündüm, birileri – bu kişiler çok üstün bir yaratılışta olmalıydılar- benim hayatım boyunca düşünüp, bir türlü bir sonuca varamadığım hayatın tadını, mutluluğun sırrını bulup, benim gibi acizlere sunuyorlar. Onlar ne bilge, ne mutlu insanlardır diye imrendim onlara. Ve yolumda ilerlemeye başladım yeniden. Her köşe başında kavga eden, bağrışıp, çağrışan insanlar vardı. Onlara da imrendim bir an. Bu gerçek bir iletişim şekli olmalıydı, bu bağrışların anlamı “evet sen buradasın, ben buradayım, birbirimizin farkındayız, birbirimizle ilgileniyoruz, birbirimize bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz, birbirimizi önemsiyoruz” gösterisiydi bana göre. Bu seferinde omzuma çarpan bile olmamıştı, nasıl ben de bir kavga çıkartabilirdim ki. O an gerçekten birileriyle kavga etmeyi çok istemiştim ve bir plan kurdum, tıklım tıklım otobüsler, minibüsler yanımdan geçip geçip gidiyorlardı, içlerinde ne kadar da çok insan doluydu, büyük bir işkence olacak olsa da benim için, orada amacıma ulaşmak daha kolay olabilirdi. Zaten yürümekten ayaklarım acımaya başlamıştı çoktan. Bir durakta bekledim, bekleyen diğer insanlara bakıyordum, kavga etmek için gözüme dişli birilerini kestirecektim. Bir minibüs durdu, birbirleriyle belli mesafede bekleyen kadın-erkek, genç-yaşlı herkes, bir oyun başlamış gibi aynı anda atıldılar minibüsün kapısına, ben de atıldım, itişe kakışa, nefessiz ilk binenlerden olmayı başardım. Hamileler, yaşlılar olmasına rağmen hemen ilk boş bulduğum yere çöktüm. Göz ucuyla ayakta duranlara baktım. Birilerinin beni uyaracağını ve kavga başlayacağını hissediyordum, içte içe tatlı bir sevinç aldı beni. Zaman geçiyordu, insanlar ücretlerini ödediler, ben hiç istifimi bozmadım. Birazdan şoför kükredi “ücretler!”, bana söylüyordu, hatta dikiz aynasından dik dik sanki bana bakmıştı, hiç üstüme alınmamış gibi başımı büyük bir kibirle çevirip camdan dışarıyı izlemeye koyuldum, içimden de onu sinirlendirdiğim için kıs kıs gülüyordum, hesaplarıma göre birazdan patlaması lazımdı. Ama o sırada bir şey oldu, başkalarının kavga sırasıymış. Arkamda oturan hakim teyze –tabiî ki üstünde hakim cübbesi yoktu, hakim olduğunu birazdan tüm minibüstekilerin öğrendiği şekilde öğrenecektim- o anda ayakta duran bir kıza “ şunu uzatır mısın?” dedi, kız “anlamadım” diyerek öne doğru eğildi, ama kadının elindeki parayı görünce bir hızla anlayıp parayı aldı, ama artık çok geçti, hakim teyze, açtı ağzını yumdu gözünü “bu ne terbiyesizlik, ne dedin sen öyle, ne var uzatsan, para öyle mi alınır, bu ne gençlik, bu ne insanlık” kız terbiyesini hiç bozmadan “gerçekten anlamadığım için öyle dedim” dediyse de bu teyzeciği susturmaya pek yetmedi, kendini mahkeme salonunda sanan, mahkeme suratlı teyze, ince tiz sesiyle kalemi kırmıştı çoktan, kızı bir anda yüz kızartıcı suçlu ilan etti tüm minibüs salonuna. Kız en sonunda dayanamayıp terbiyesini bozdu “ee yeter be tamam dedik, senle mi uğraşcaz ya” dedi bir solukta, ben de soluğumu tutmuş gülümseyerek bu kavgayı dinliyordum, bir yolunu bulup karışsam mı diye hesaplarken, başkaları benden önce davrandı ve hakimi suçlu ilan ettiler. Herkes hep bir ağızdan uğuldamaya başlamıştı. Hakim teyze kendine yöneltilen suçlamalara aldırmadan kıza “ ben aynı zamanda hakimimim yerini tespit ettiririm senin, görürsün gününü aptal şey” gibi hakaret ve tehditler savuruyordu. Şoför de dayanamayıp hakim teyzeye bağırmaya başladı: “ tamam be kadın, kızcağız duymamış işte ne uzatıyon” diyerek, hapis riskini düşünmeden daldı konuya, tam da kavgacı bir tip değil herhalde diye düşünmeye başlamıştım ki tepkili olduğunu görüp sevindim ve benim sıram ne zaman gelecek diye göz ucuyla şoföre bakmayı sürdürdüm. Ortam gerginken tam sırası diye düşünerek ilk durduğu durakta hınzırca inmeye karar verdim, birkaç kişiyle birlikte ayaklandım, o anda şoför “ hey siz ücreti vermediniz” diye seslendi. Bana siz demişti, “hala kavgaya mahal vermemeye” çalışıyor dedim kendi kendime ve tam kavga etme hevesiyle merdivenlerden dönecekken, arkamdan inmekte olan bir kadının “ ayy çok pardon, bu gerginlikte unutmuşum” dediğini dehşetle işittim. İnişimi tamamladım ve beni de fark etsin diye kapının önünde dikildim bir süre, kadın ücreti ödeyip indi, kapı yüzüme kapandı, ve minibüs beni egsoz dumanına boğarak hızla yola koyuldu. Yorgun ve tükenmiş bir haldeydim. Hava kararmaya başlamıştı, kapımın önünde olduğumu fark ettim. Mutsuz ve yalnız evime girdim. Sizin anlayacağınız tüm çabalarıma rağmen hiçbir şeyi değiştiremeden, başladığım yere dönmüştüm. O yüzden tekrar aynı hatayı yapıp gündüz vakti yollara çıkamam. Belki başka bir zaman…

Bazen gece de olsa ya da gündüz tenha sokak aralarında bile önüme bakıyorum, başım hep önde, yol kenarındaki taşlara bakıyorum. Birbiri ardına sıralanmış sokak lambalarının bana en yakın olanlarına… Birkaç taneden uzağa bile değil… Başım hep önümde, hep yerlerde. Yolda ilerlerken adımlarıma bakıyorum, bastığım yerlere… İster istemez. Gözüm hep biraz önümde duran en önemsiz, en sığ ayrıntılara takılıyor. Yoruluyorum, hep aynılık, aynı sınırlılık, hep aynı kalabalık, hep aynı gereksiz ayrıntılar midemi bulandırıyor, başımı ağrıtıyor… Bunu hissettiğimde durup bir an ileriye bakıyorum, önümde tüm sonsuzluğuyla göz alabildiğince uzanan yollar… Gözlerim rahatlıyor, midem, beynim rahatlıyor, daha anlamlı şeylere yer açılıyor sanki yolumda… Sonra başımı biraz daha kaldırıp gökyüzüne bakıyorum, bakmaya çalışıyorum, içimdeki sıkışıklık çözülüyor. Ama bir adım atmaya kalksam başım öne eğiliyor ve gözlerim yakınlarımda takılacak anlamsızlıklar, sınırlar arıyor. Daha ileriye bakarak ilerleyemiyorum. Bunu fark ettiğim ilk an, önüme attığım adıma, adımımın altında kalan alana bakmamaya çalıştım. Bir süre önümde uzayıp giden ve sınırsız bir boşluğa uzanan yollara bakmaya çalıştım. Bunu sadece birkaç adım sürdürebildim, sonra gözlerim bir adım ötemdeki kaldırım taşına, attığım adımın yanında kalan taşa takıldı. Sonra bu zavallı çabalarım bana iki tekerlekli bisiklete ilk bindiğim günü hatırlattı, küçüktüm, heyecanlıydım… Yanımda kim vardı bilemiyorum, ama birisi bana “sakın önüne bakma” demişti, “ileriye bak, yola bak”, ilk zamanlar bu bana zor görünmüştü, gözlerim hep ya direksiyonda ya da yolla incecik bağlantısı olan ön tekerlekteydi. O tekerleği yolda tutmaya çalışıyordum, minicik ellerimle sımsıkı tuttuğum direksiyonu yönlendirmeye çalışırken. Onlardan emin olmadan, onları gözümle izlemeden nasıl ileriye bakabilirdim. Ama öyle olmuyordu, kural tamamen farklıydı, ellerime bakıp, direksiyona hakim olmaya çalıştıkça, yola incecik bir yerinden bağlı tekerlek bir sağa bir sola dönüyordu ve ben birkaç saniye için yerden kesebildiğim ayaklarımı yere indirmek, indirmemek için direnirsem de tüm bedenimle yerle bir olmak zorunda kalıyordum. O zamanlar küçüktüm ve cesurdum, çok kısa sürmüştü ileriye bakıp ilerlemeye başlamak. Sonra biraz daha büyüdüm, bir işe başladım, neden bilmiyorum, bir zamanlar işlerim vardı, onları yapmak için zorunluluklarım vardı… Hatırladığım, elimde bir tepsi, içinde üç dolu bardak, onları taşırmadan taşımam gerektiğini biliyorum. Taşmasınlar diye başımı kaldırıp ileriye bakamıyordum, taşmadıkların emin olmak için her an gözüm üzerlerinde olmalıydı sanki. Ama ben onları titretmemek için ne kadar çaba harcadımsa onlar o kadar fazla taştılar. Yine hatırlamıyorum yanımda kim vardı, ama birisi bana “bardaklara bakma” demişti, “sadece ileriye bak”. İlk zamanlar bu da bana zor görünmüştü, eğer onlara bakıp kontrol etmezsem nasıl emin olacaktım, taşmadıklarından… ama o zamanlar gençtim, kolay olmuştu ileriye bakıp daha hızlı ilerlemek. Şimdi hala bu kuralı öğrenemediğimi anlıyorum, hayatımda sendeleyip düştükçe, belki de yanımda bana “sadece ileriye bak” diyecek biri olmadığından. Anlamsız yerlerinde takılıyorum hayatımın, hata yapmamaya çalıştıkça daha çok sendeliyorum, hakimiyetimi kaybediyorum ve ya düşüyorum, ya şaşırıyorum, yerle bir oluyor hayatım. Artık o kadar cesur değilim sanki, ileriye bakmak daha zor geliyor, gözlerim hep anlarda takılı, ne başımı kaldırıp rahat bir nefes alıp ileriye bakarak düz yolda ilerleyebiliyorum, ne de anlardan sıyrılıp, belkilerden, keşkelerden sıyrılıp sadece ileriye bakarak yolumda ilerleyebiliyorum. Sanırım çoktandır bildiğim bu basit kuralı uygulamak şimdi eskisinden daha uzun zaman alacak…

Hiç yorum yok: