17 Kasım 2009 Salı

2-di'li gemiş zamanlar ve hikayeleri

II -di’li geçmiş zamanlar ve hikayeleri

Neredeyse bomboş görünen sefil odasının ortasında durdu… Duvarların üstüne üstüne geldiğini sandı bir an. Birden başının tam üstüne kocaman bir balyoz indi, kafatasının tam ortadan ikiye yarıldığını ve yarıktan kuşların, farelerin, hamam böceklerinin fışkırdıklarını gördü. Olduğu yere yığıldı, inlemeye başladı, artık bu ağrıya dayanabilecek en ufak gücü kalmamıştı, teslim olma zamanının geldiğini düşündü. Başı sanki nemli ve küf kokan zemine yapışmış gibiydi, dümdüz olmuş bedeni evin her zerresine sinmişti sanki, evle bütünleşmişti, artık bu ağrıdan ve hissettiği bu durumdan tuhaf bir zevk almaya başlıyordu. Acıyla kırış kırış olmuş yüzünde eğreti bir gülümseme belirdi. Gülümsemesi dudaklarından gerilmiş yüz kaslarına yayıldıkça ağrı hafifledi, hafifledikçe yerini bir boşluğa bıraktı ve ağrı iyice hafifledi, boşluk hissi daha da arttı, ağrı yok oldu, yerinde uyuşmuş, karıncalanan bir yüz ve çevresinde dönen kocaman bir boşluk bıraktı. Oracıkta uyuyakalmak için bir süre hareketsiz yattı. Ne kadar yattığını, uyuyup uyumadığını bilemez bir halde zeminin ıslaklığının elbiselerinden bedenine yayıldığını titreyerek hissetti. Sarhoş gibi sendeleyerek, gözlerini hiç açmadan doğrulup, el yordamıyla bulduğu yatağına uzandı. Yattığı yerden ıslak paltosunu çıkarıp fırlattı. İstediği tek şey uyumak, uyumaktı, mümkünse aylarca uyumak istiyordu, belki de bir daha uyanması gerekmeyecekti. Uykunun ağırlığı tüm bedenine tatlı tatlı çökmüştü, o anda dünya yıkılsa kalkamayacağını hissetti. Karanlık yüzüne ışıltılı bir gülümsemenin yayıldığını hissetti, dizleri karnında, başı dizlerinde cenin pozisyonunda yatarken bedeninin henüz ana karnında, güven içinde uyuyan bir bebeğe dönüştüğünü, çırılçıplak kaldığını gördü. Çıplaklığıyla gurur duydu, gözünde yemyeşil uçsuz bucaksız kırlar belirdi. İlkbahar sabahının çiğleriyle ıslanmış taze çimenlerin üzerinde çıplak ayak yürümeye başladı, ayakların kendine ait olduğunu bildiği, yumuşak çimenlerin gıdıklayıcı, ıslak dokusunu hissettiği halde, zarif kadın ayaklarına benzetti yemyeşil çimenlerin içine batıp çıkan beyaz ayakları. Daha önce de defalarca duyduğu ve çok sevdiği kır çiçekleri kokuyordu yüzüne çarpan hafif rüzgar. Göremediği bir uzaklıkta küçük bir derenin şırıltısını dinlemeye başladı. Güneş gökyüzünde yükseldi, ince beyaz kadın kolları ısınmaya başladı, başını kaldırıp, gözlerini kısarak güneşe bakmaya zorladı kendini, çok kısa bir an görebildi bahar güneşini. Mutlu olduğunu, gülümsediğini hissetti. Yaşamanın, dünyanın ne kadar da güzel olduğunu hissetti. Bir kelebeğin peşine takıldı. Kelebeğin rengarenk kanatlarına baktı, o bu kanatlara sahip olmak, uçmaya başlamak, özgürlüğüne ulaşmak için hayatının en büyük bölümünü sürünerek, kuşlardan korkarak, o meçhul anın gelip gelmeyeceğinden kaygılanarak geçirmişti. Uçacağı günün hayaliyle sürünerek yaşamaya çalışmıştı tüm iç bulandıran çirkinliğiyle, ve o günün geleceğine inandığı için hiç vazgeçmemişti yaşamaktan ve sürünmekten… bir iki gün için olsa bile özgürce, tüm güzelliğiyle uçmayı bir martıdan daha çok hak ettiğini düşündü. Karanlık, kuytu, nemli yerlerde sürünürken başının üstünde yükselen çiçekleri görebilmeyi kim bilir ne kadar çok düşlemişti geçen hayatı boyunca, şimdi bir kanat çırpışla birinden, diğerine süzülüyordu rahatlıkla…
Sonra güneş bir bulutun arkasına saklandı, hayatı boyunca hep sürünüp hiç uçamayacak, asla güzel kanatlara sahip olamayacak olan diğer sürüngenleri düşündü, kaygılandı. Derenin şırıltısını duyamıyordu artık, rüzgarın uğultusu şiddetleniyordu kulaklarında, kadın bedeni tirtir titremeye başladı. Kırık dökük yatağının gıcırtılarıyla karanlık odasında açtı gözlerini. Niye uyanmak zorundaydı ki sanki. Niye güzel rüyalar çabuk bitiyordu ki… Gözlerini kapattı tekrar, uyumak istiyordu, minik berrak dereye ulaşmak istiyordu bu kez. Ama titremekten uyumanın imkansız olduğunu anladı, çenesi kurmalı bir oyuncak gibi takırdıyordu, bir an dişlerinin un ufak olacağından korktu. Uyuyamazdı artık. Güçlükle doğruldu yatağında, ne yapabileceğini düşündü. Godot’yu beklemeye gidebilirdi, acaba iki arkadaşı hala bekliyorlar mıydı ki, acaba hala aynı yerde miydiler, Godot’nun kim olduğunu bilmiyordu ama bu hayatta beklenmesi gereken bir şeydi kesin, bu odada yalnız beklemekten iyi olurdu onlarla beklemek, aslında çok zaman geçmişti, belki de Godot çoktan gelmiştir diye düşündü. Gitmekten vazgeçti. Ne yapabileceğini düşündü, ne yapmaya karar verirse versin hep aynı şeyleri yapıyordu ve hiçbir şey değişmiyordu. Farklı bir şeyler yapsam diye düşündü. Benden hiç beklenmeyen bir şey, yazarımın elini kolunu bağlayacak, onu şaşırtacak bir şey yapabilirim diye düşünmeye başladı gizli gizli. Düşündüğünü hiç belli etmedi, sesli düşünmeyecekti her zaman yaptığı gibi. Yapabileceği farklı bir şey bulunca da hiç çaktırmadan yapıverecekti. Ne olursa olsun kararından dönmeyecekti. Bir an güldü kendi kendine, kendini üzerinde deneyler yapılan bir laboratuar faresine benzetti; tüm koşullar hazırlanmış, tuzaklar kurulmuş olsa da, ne yapılabileceği, olasılıklar önceden belirlenmiş olsa da beynindeki küçücük bir elektrik akımı farklı bir şeyler yapma cesareti verebilir ve herkesi şaşırtabilir, tüm planları altüst edebilirdi. Bunu başarabilsem ne güzel olur diye geçirdi içinden. Bunun olma ihtimali bile muazzam bir tatmin sağlamıştı üzerinde. Keyiflendi belli etmemeye çalışarak. Çözümü bulana kadar aynı şekilde davranmalıyım, vuruş anına kadar her şey aynı olmalı diye düşündü. Karşı konulması zor olan gülme isteğini bastırmak ve hiçbir şey çaktırmamak için öksürmeye başladı, numaradan başlattığı öksürük gerçeğe dönüşüverdi ve nefes almasını güçleştiren öksürük krizine tutuldu. Bir an boğulacak gibi oldu. Odada içecek bir yudum su olmadığını ancak fark edebildi. Yaşamak için yeme içme ihtiyaçlarını nereden, nasıl karşıladığını hatırlamaya çalıştı. Dışarı çıksa… Güneş batmış, her şey uykuya dalmış mıydı acaba… Saat kaç olmuştu, ilk kez saati merak etti. Genelde zamanla pek bir işi olmamıştı. “Bir pencerem olsaydı da kapıyı açma ve insanlarla yüz yüze gelme riskinden kurtarsaydı beni” diye geçirdi içinden. Öksürükleri arasından zar zor nefes almaya çalıştı. Kapıya yöneldi. Öksürük krizi dik yürümesini engelliyordu, zaten normalde de dik yürümediğini hatırladı. Omuzlarında göremediği bir yükü varmış gibi yürürdü hep. Belki de sırtında taşıdığı, bedeniyle bütünleşmiş bir ağırlık vardı da o yüzden kendisine ait sanıyordu dik durmasını engelleyen o fazlalığı. Belki de kendisine aitti, kendisinden meydana gelmişti yükü… O zaman fazlalık sayılmazdı… Kapıyı araladı, korktuğu başına gelmişti, güneşin kör edici ışıkları gözlerini kamaştırdı, saniyenin binde biri kadar kısa sürdü sanki kapıyı açıp kapaması. Ağzından daha önce hiç kullanmadığı bir küfür savurdu, daha çok başkalarının kendisine ettiği küfürlere benziyordu bu. İnsanların içine istemeye istemeye her karıştığında, farkında olmadan rahatsız ettiği, sinir ettiği insanlar ona farklı farklı küfürler öğretmişlerdi. Kendisine küfür edilmesine alışıktı, insanların kendisini fark ettiği ve iletişime geçtiği pek nadir anlar oluyordu bunlar, bu anlarda mutlu hissediyordu kendisini. Öyle kendini beğenmiş insanlar da oluyordu ki, bazen caddede dalgın dalgın yürürken, yanlışlıkla onların omzuna çarptığında dönüp bir küfür bile etmiyorlardı. İşte onlardan nefret ediyordu en çok da. İşte bu yüzden de gündüzleri dışarı çıkmaktan kaçar olmuştu. En son ne zaman gün ışığında, kalabalıklarda dolaştığını hatırlamaya çalıştı. İnsan silsilesinin ortasında boğulur gibi olduğu birkaç anı hatırladı; gülen, somurtan, öfkeli, neşeli, güzel, çirkin, karanlık, yaralı, makyajlı suratların kendisini hiç fark etmeden üstüne üstüne geldiği birkaç anı daha hatırladı. Ama bunların tam olarak ne zaman olduğunu hatırlayamadı. Zaten zamanının da pek önemi yoktu, ne zamansa o zamandı ve sonuç hep aynıydı, tıpkı şuanda öksürükten boğulacak gibi olduğu gibi, kalabalıkların arasında boğulacak gibi oluyordu. Caddelerde, sokaklarda akan tüm o insan yığını görünümündeki yapının, sadece kendisi için, kendisini bulmayı kolaylaştırmak için kurgulanmış bir itme gücü olduğunu düşünmek de pek hoşuna gidiyordu… Ama yine de onların arasında kendisini aramak en büyük kabusu olmuştu. Baş ağrısından bile daha büyüktü, gerçi şuanda başı ağrımadığı için böyle konuşabildiğini bal gibi de biliyordu. Bu arada neyse ki öksürük krizi de atlatılmıştı, her zaman olduğu gibi. “Peki sırada hangi episod var”, dedi kendi kedine alaycı bir ses tonuyla. Kendi kendisiyle alay etmiyordu aslında, ama her şeyi de kendi kendine yaptığı için kiminle alay ettiğini de bilemiyordu.

Odanın içinde dolaşmaya başladı. Şuanda da böyle durumlarda yapabileceği tek şeyi, yapabilirdi. Nasılsa henüz kendisini bile şaşırtacak, her şeyi bir anda değiştirecek olan fikri bulamamıştı. Odanın bir duvarına monte edilmiş, tavandan çatı katına açılan kapağın altındaki demir merdivenin önünde durdu. Orayı ilk ne zaman keşfettiğini bilemiyordu. Sanki yıllarca şu yatakta uyuyup, rüya ile gerçeğin, geçmiş ile geleceğin iyice iç içe geçmeye başladığı bir anda, kalkıp çatıya açılan tavandaki o kapağın gerisinde ne olduğunu merak etmişti. Bu belki o kapağı ilk gördüğü andı, belki de bir şeylere merak duymaya başladığı ilk andı. Artık bir şeyleri bilmek ile bilmemek arasında pek fark kalmamıştı. “Belki”ler daha zengin duruyordu hayatında. Merdivenleri tırmandı, odanın tavanındaki, bedeninin ancak geçebileceği büyüklükte olan ahşap kapağı açarak karanlık çatı katına çıktı, duvardaki yerini bildiği elektrik düğmesini tek harekette buldu. Sonu görünemeyen uzunluktaki dar koridorda yakın aralıklarla sıralanmış lambalar birer birer yanıp her yeri aydınlatmaya başladı. Sonsuza uzanan koridorun iki yanında kapılar vardı; çeşitli şekillerde, boylarda, eski, yeni, modern, antik, kırık, sağlam, renkli, ahşap, demir, kilitli, aralık … Göz alabildiğine uzanan binlerce, milyonlarca kapı... Çok değişik yerlere, zamanlara, evrenlere, hayatlara açılan kapılar… Bazıları ara sıra uğramak isteyebileceği, bazıları hiç çıkmak istemediği ve bazıları da hiç girmemiş olmayı dilediği kapılardı. Mesela hafif bir ahşap çerçevesi olan, geniş, yana doğru sürülerek açılan kumaş kapı karlar ülkesinin kapısıydı. Yanındaki eski kapı cennet yoluna açılıyordu, biraz ötede zincirlerle kilitlenmiş ve dikenli tellerle örülmüş, ama tek parmakla bile açılabilen Sodom’un kocaman korkunç kapısı vardı. Hapishane kapıları da vardı, içeride aşk, yaşamak, özgürlük, matematik, politika, dostluk gibi her türden kavramın tartışıldığı seminerlere, toplantılara açılan kapılar da… Artık avunamıyordu bu kapılarla ama o anı her hatırladığında aynı heyecana kapılıyordu. İlk hangi kapıdan girdiğini, orada neler gördüğünü hatırlamıyordu. Burayı ilk keşfettiği zamanlar, kendini her yatakta uyur bulduğunda kalkıp yeni bir kapıyı zorluyordu. Bu belki de yıllarca sürmüştü. Fakat yeni kapılar da, eski kapılar da eninde sonunda kendi kapısına gelmesini ve kendisini o yatakta aynı şekilde bulmasını engelleyememişti. En sevdiği yerlerde, en sevdiği kişilerle tanıştığında bir daha oradan uzaklaşmamak için, yine kendi sefil hayatına dönmemek için çok çaba göstermişti. Hatta o kişilerden yardım istediği de olmuştu fakat onlar ona kalacak bir yer, yapacak bir şey gösterememişlerdi, kim olduğunu, nereden geldiğini, ne istediğini sormamışlardı hiçbir zaman. Tek yaptıkları kendisini tanıyormuş, orada bulunması çok normalmiş, sanki o hep varmışve hep olacakmış gibi davranmaktan ibaretti, bu yüzden davet beklemeden gidiyor, hiç de yabancılık çekmiyordu onların yanında… Zaten hepsinin kendi sorunları vardı, kendisi için yapabildikleri sadece birkaç öğüt vermekten ibaret oluyordu ki bunları da hayatında uygulamaya pek fırsat bulamıyordu. Olsun diyordu, hayatlarını bana açmaları da yeter, bana çok yakın bir tanıdık, aileden biri gibi davranmaları da yeter… Gerçi artık eskisi kadar sık gelmiyordu buraya, artık kendisi için bir şeyler yapmalıydı. Artık başkalarının hayatları ve öğütleri de yetmiyordu…

Hiç yorum yok: